• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Zamanın Değişmesi ile Ahkamın Değişmesi: İstikrar ve Değişim

Prof. Dr. Mehmet Erdoğan'ın "Zamanın Değişmesi ile Ahkamın Değişmesi: İstikrar ve Değişim" isimli makalesi

ZAMANIN DEĞİŞİMİ İLE AHKÂMIN DEĞİŞMESİ YA DA FIKHIMIZIN HAYATİYETİ: İSTİKRAR VE DEĞİŞİM

Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslâm, bir süreç halinde Hz. Âdem ile başlayıp Hz. Muhammed ile tamama eren “Din”in genel adıdır. Din, insanların fıtratlarının korunmasını ve geliştirilmesini amaçlar. Bu itibarla din insan içindir. İnsanı, zorunlu kulluktan gönüllü kulluğa ulaştırmayı amaçlar.

Din’de süreklilik esastır. Bu süreklilik indirilen bütün vahiylerde ortak olan mesajın korunmasıyla sağlanmıştır.

 “Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsâ’ya emrettiğini size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır.”[1]

Buna göre peygamberler aracılığı ile insanlıktan istenilen “Dinin ikamesi” yani ona varlık kazandırılması ve ayağa kaldırılmasıdır.

Din ise “Fıtrat”tır.

“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[2]

Fıtrat, insanlığın saf, bozulmamış, başka yollara sokulmamış doğası, kemale olan yatkınlığıdır. İşte insanlığın bu fıtratı din olarak İslâm’ı belirlemede en önemli atıf olmaktadır. Cahiliye döneminde bile insanların bu fıtratın sesine kulak verdikleri ve buna sebep ribâyı ve fuhşu kazanç kapısı olarak kullansalar bile hoş görmedikleri, maşerî vicdanlarında mahkûm ettikleri, hılfu’l-fudûllar kurdukları, İslâm tarafından benimsenmiş pek çok erdeme sahip oldukları malumdur.

Din’in sürekliliği için tevhid emredilmiş, zatta ve sıfatta Allah’a uluhiyette asla şirk koşulmaması istenilmiştir.

Bütün şeriatlar dinin özünü oluşturan beş küllînin korunması konusunda hep aynı çağrıda bulunmuşlardır. Bu küllîler canın, dinin, ırzın/neslin, aklın, malın korunmasıdır. Bunlar da kendi içlerinde bir sıra düzene sahiptir ve tikel durumlarda canın korunması önceliklidir. Ancak kamu açısından ele alındığında dinin (aşkın ortak değerlerin) korunması ilk sıraya geçebilmektedir. Buna sebep mal ve can itlafına sebep olmasına rağmen cihad vacib olmaktadır.

Zarûriyyât adı verilen bu beş tümel ve onun hâciyyât ve tahsîniyyât adını verdiğimiz tamamlayıcı (mükemmil) unsurları istikra yöntemi ile elde edilmiş küllîlerdir. İstikraya tâbî tutulan naslar içinde “Allah adaleti ve ihsanı, yakın akrabaya bakmayı emreder”[3]; “Birr ve takvada dayanışma” emri[4]; “Emanetlerin ehline verilmesi” emri[5]; “Haksız fiillerde dengi ceza verilmesi” emri[6]; “Akitlere riayet ediniz!”[7]; “Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur!”[8] gibi ilke hükümler olduğu gibi bu ilkeleri, uygulamadan örneklendirmek suretiyle vârid olan beyanlar da vardır. “Satın alınan bir malın teslim alınmadan satımının yasaklanması”; “kadının tek başına yolculuk yapmasının yasaklanması”[9], tedib[10] ve tecziye[11] de “darb”ın bir araç olarak kullanılması, hırabe (eşkıyalık) suçunda sürgün cezası[12] verilmesi, sevicilikte “kadınların evde alıkonulması”[13]; kısasta olduğu gibi insaniyetlikte eşit tutulmakla birlikte iktisadî konularda (diyet ve mirasta olduğu gibi) erkeğin hukukunun kadınınkinin iki katı sayılması, diyetin deve üzerinden belirlenmesi, zenginlik için gerekli nisabın “sâime” deve, davar ve sığır üzerinden, keza tahıl üzerinden (beş vesk) belirlenmesi…, güçlü olmak için “at beslenmesi”[14], bir “ok”a sebep üç kişinin cennete gideceğinin[15] belirtilmesi… gibi.

Küllî esasların bütün şeriatlarda korunması hasebiyle onlarda bir değişikliğin söz konusu olması mümkün değildir. Buna mukabil onların örneklemesi mahiyetinde olan tikel nasların getirdiği hükümlerin ise bağlamına özgülenmiş olduğu dolayısıyla aynı/ benzer bağlam bulunduğu sürece nassın hükmünün de devrede olacağı, bağlamın değişmesi halinde nüzul ortamı yeniden oluşuncaya kadar o nassın hükmünün yeni ortama uygun başka bir delile dayalı farklı bir hükme dönüşebileceği ifade edilebilir. Müellefe-i kulûba Hz. Ömer’in dirayetiyle ortam farklılaştığı için payın ayrılmaz oluşu, benzer ortamın vukuu halinde nassın mevcut hükmünün yeniden devreye girmeyeceği anlamında değildir. Nitekim günümüzde de hükümetlerin örtülü ödenek adı altında yaptıkları bir takım ödenekler benzer şekilde o harcamadan gözetilen maslahatın mevcudiyetine bağlıdır.

Cephede iken yahut açlık/kıtlık yıllarında bir takım hadlerin uygulanmaması da, hadlerin uygulanması için gerekli ortamın bulunmayışının bir sonucu olmaktadır.

Aynı şekilde hükümlerin makâsıd ve vesâil/zarf ve mazruf şeklinde taksimatı da mümkündür. Makâsıddan olan hükümlerin sürekliliği söz konusu iken vesâil türünden olanların değişimi pekâlâ mümkün hatta gereklidir. Özellikle de vesâilden olan hükmün korunması makâsıddan olan hükmün iptaline ve ortadan kaldırılmasına ya da vücut bulmamasına sebebiyet vermesi halinde bu bir gereklilik olur. Namaz için şart olarak belirlenen vakit, setr-i avret, necasetten taharet gibi hükümlerin korunması pekâlâ maksat olan namazın vücut bulmasına mani olabilir. Vakitlerin oluşmadığı yerde namazın kılınmaması gibi bir sonucun meydana gelmesine bu anlamda izin verilemez. Bu gibi durumlarda vesâil türünden yeni ikamelerin aranması, yeni vesilelerin bulunması yoluna gidilir. Vakitlerin normal olarak oluşmadığı ya da meşakkatin mûtad olanın üzerine çıktığı iklimlerde güneşin hareketleri yerine zamanın takdîri gibi başka ikamelerin devreye sokulması gibi. Güneşin hareketinin normal olmadığı (kuzey ülkelerinde olduğu gibi) yerlerde keza orucun zamanın takdîri esasına göre tutulması gibi.

Ancak makâsıd ve vesâil ayrımı o kadar da net ve kolay değildir. Bunlar bir şekilde izafîlik taşır. Normal hallerde namazın kıyam, rükû ve sücûdu bizatihi maksud bir rükün gibi addedilirken, hastalık, yolculuk gibi arızî durumlarda bunların da bir üst değer ve nihaî amaç olan “zikir”e göre vesâil gibi değerlendirilmesi ve ihtiyaç anında bunlardan feragatte bulunulması mümkün olabilir. Bu bağlamda rükünler arasında bile rükn-i aslî-rükn-i zâid ayrımı yapılabilir.

İndirilen vahiy ile insanlık dünyasına mal edilmeye çalışılan mesajın zorunlu olarak bir dil ve kültür kalıbı içine konulması ve bu şekilde insanlara ulaşmasının mümkün kılınması sağlanmıştır. Bu zorunluluk mesajın özü itibariyle aynı olmasını, ancak ona zarf olan kalıpların belli bir âidiyete sahip olmasını gerektirmiştir. İşte bu  oktadan hareketle söz gelimi Ebu Hanife, Kur’ân’ı Kur’ân yapan i’câzının manası/içerdiği mesajı olduğunu söylemiş, mesajın taşınması için gerekmesi halinde yeni zarflar ikamesinin mümkün, hatta gerekli olacağını kabul etmiştir. Aynı mesajın bütün kutsal metinlerde (Suhuf-i İbrahim ve Musa) mevcut olduğunu, ancak onların farklı dillerde olduğunu belirten ayetleri[16] de bu görüşüne temel yapmıştır.[17]

Keza mesajın evrensel bir mahiyet kazanabilmesi için hükümlerde taabbüdîliğin değil talil edilebilirliğin esas olması gerektiği ilkesini benimsemiş ve söz gelimi fıtır sadakasında Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından belirlenmiş olan hurma ve arpa kalemleri yanına, benzer işlevi gören diğer gıda maddelerini de eklemiş ve tahıl yerine işlenmiş halinin de verilebileceği ve en nihayetinde amacı daha iyi gerçekleştirmesi halinde bunların parasal değerlerinin de verilebileceği ve hatta fakirin durumuna daha elverişli olması halinde bunun daha da makbul olacağı noktasına gelinmiştir. Aynı anlayışla çizginin sürdürülmesi halinde verilecek meblağın belirlenmesinde günümüzde hayat standardı ve refah düzeyi ile ilgili geniş ölçekli olarak hazırlanan endekslerden yararlanılmasının mümkün olacağını söylemek gerekir. Nisapların ve temel ihtiyaç maddelerinin (havâic-i asliyye) belirlenmesinde de durum aynıdır.

Teşriin tekvine ayna tutulması, fıtratın korunması ve onda meknuz olan cevherlerin ortaya çıkarılıp geliştirilmesi “Zâlike ed-dînu’l-kayyım” yani gerçek dinin kendisi olduğuna göre gerek dünyevî ve gerekse uhrevî bütün teşriî hükümlerin kulların mesâlihini temine yönelik olduğu anlaşılır. Ucunda ahiret olan bir hayatın yaşantısında hükümlerin nihaî amacı kulların mesâlihini temindir. Samed olan Allah her şeyden müstağnidir. Hukukullah olarak bilinen hükümler de nihaî düzlemde kamunun yararına olan düzenlemelere çıkar.

Burada mesâlihden maksat, celb-i maslaha ve def-i mefsede; yani yarar sağlanması, zararın savılmasıdır. Hakîm olan Allah abesle iştigal etmez, dolayısıyla indirdiği bütün hükümler insanın hem dünya hem de ahiret için ihtiyaç duyacağı şeylerin karşılanması, yararına olanların celbedilmesi, zararına olanların da defedilmesi içindir. Bunun için de evvelemirde insanın boynunda emanet olan gönüllü kulluk yoluna sokulması ve bu uğurda yol alabilmesi için gerekli olan her türlü mesâlihinin karşılanması gerekir. Dinin ahkâmda gözettiği en genel maksat işte budur.

Fıtratı korumak ve geliştirmek dinin en temel sabitesi olduğuna göre nimetin sahibini tanıma (iman) ve ona teşekkür etme (ibadetler/namaz), kendi konuşlandırılışı ile ilgili (hilâfet) kendisine tevdî edilen emanetin gereğini yerine getirme hiçbir dönemde insanın ihmal ve terki söz konusu olmayacak hususlardan olmuştur.

Buna mukabil iman konularının tahayyülü, kendi idrak dünyamıza uygun olarak (melik metaforu etrafında) gerçekleşebildiği gibi, ona teşekkür sadedinde yapmamızı emrettiği fiiller de âidiyeti olan belli bir zarf içinde şekillendiğine göre duyulan ihtiyaca göre bunlarda hem istikrar hem değişim birlikte gözlenecektir. Nitekim bizim şeriatımızda teşbihe mukabil tenzihin önemli bir yeri vardır.

Bir kere Kur’ân, birçok kez kendisinin “Arabî” olduğunu ifade ile “Kur’ân Rabcadır”, “Kur’ân a-Rabcadır!” gibi sloganik sözlerle ifade edilen düşüncelerin gerçekle örtüşmediğini ortaya koyar. Bu gibi çabalar, gerçeğin gerçeklikten çıkarılıp her türlü değerlendirme ve yoruma kapalı dogmatik bir yapı oluşturma çabasının bir sonucu olmaktadır.

Söz gelimi “Ve etimmû’s-sıyâme ila’l-leyl…”[18] ayetini ele alalım. Bu ayet belli ki Arabî bir ortam ile ilgilidir. Gecenin hiç olmadığı, ya da çok uzun veya çok kısa olduğu iklimlere bu ayeti zâhiri (literal) anlamıyla taşımanın imkânı yoktur. O zaman kesin olarak anlaşılmaktadır ki mesajın bütün insanlığa ulaştırılması ancak Arabîliğin dönüştürülmesi yolu ile mümkün olabilecektir. Bu da içtihadı gerekli kılacaktır. Zira aksi hal muhaldir.

Şeriat ve zamanla bir sistem haline gelen fıkıh, hayatın içinde oluşmuştur. Bu oluşumda başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere ulü’l-emrin uygulamaları (sünnet) belirleyici rol oynar. Fıkhın zamanla tedvini ve kitaplara derç edilmesi daha çok bu işin tedrisi ile ilgilidir. Uygulama ise yine hayatın içinden hareketle olmakta ve olmalıdır. Fetâvâ ve nevâzil türü bu kabilden faaliyetlerin sonucudur. Günümüzde de aynı şekilde fıkhın hayatın içinde ve bir süreç halinde devam ettirilmesi gerekir; tabâbette olduğu gibi. Nasıl ki tıpta, tıp kitaplarından hareketle hastalığa tanı ve tedavi uygulanmıyorsa, işe önce hastanın muayenesi ile başlanıyorsa, fıkıhta da kitaplardan önce gerçekliğin kendisinden hareketle işe koyulma gerekir. Söz gelimi kitaplarda nikâhın sıhhati için îcab-kabul yanında iki şahidin bulunması yeterli görülür. Buna göre günümüzde aralarında evlilik mânisi olmayan bir erkek ve kadın iki şahidin huzurunda îcab ve kabulde bulunsalar kitaba göre birbirine nikâhlanmış olurlar. Bu akit sahih görülür. Ancak geçmişte kıyılan böylesi bir nikâhla günümüzde kıyılan sureta aynı nikâhın muhteva ve sonuçlarına baktığımızda bunların aynı olmadığı fark edilir. Zira birincisi resmî makamlar nezdinde de nikâh sayılırken ikincisi sayılmamakta ve dolayısıyla üzerine hiçbir hukukî sonuç doğmamaktadır. Buna göre sureta aynı olan bu iki şey muhtevası ve sonuçları itibariyle tamamen farklı bir mahiyet almıştır. İmdi fıkıh, işte bu gerçeklikten hareketle hükmü belirleme yoluna gitmelidir. Aksi hal, fıkhın hayatın dışına itilmesi ve ayrı bir zaman tüneli içinde hapsedilmesi anlamına gelmektedir.

Sosyal olgular ve kurumlar da böyledir. Bunları zamanla duyulan ihtiyaçlar ortaya çıkarır ya da ortadan kaldırır. Tarım ve hayvancılığa dayalı bir toplumda kölelik kaçınılmaz bir olgu olagelmiştir. Sanayi toplumunda kölelik yerini işçi sınıfına terk etmiştir. İlişkiler ve ihtiyaçlar ona göre farklılaşmıştır. Ancak bu olgunun kendi fıkhı yapılamamıştır.

Tarımda makineleşme, sanayi ve iş kollarının şehirlerde temerküzü sebebiyle göç olgusu değişimde en önemli etkenlerden biri olmuştur. Kırsal alandaki üretim ve tüketim birliği şeklindeki büyük geleneksel aileler şehirlerde çekirdek ailelere evrilmiş, bu aileler işlevsel olarak sadece tüketim birliğine dönüşmüş, şimdilerde bu özelliğini dahi kaybetmeye başlamıştır (Evde birlikte yemek yenmez olmaya başlamıştır). Bu kabil değişim olgusu başta aile bireylerinin hukuku, iş bölümü ve aile üzerinde yetki (velâyet) olmak üzere pek çok hükmü değişime zorlamıştır. Sözgelimi şehirde yaşayan ve babası ölen küçük çocuğun velîsi, kırsal kesimdeki dedesi, başka şehirdeki amcası mı olacak, yoksa onu besleyip büyütmekte olan, her derdini çeken, her ihtiyacını gören annesi mi olacaktır?! Geleneksel aile yapısı hep aynı mekânda ürerdi, evler bitişik nizamdı. Aile üyeleri hep aynı obada, bir arada ve birlikte yaşardı. Birey yerine aile esastı ve ailenin reisi tedip, tecziye, evlendirme gibi her türlü yetkiyi aile adına kullanabilirdi. Böyle bir ortamda bir küçüğün babası ölmüşse zaten birlikte yaşamakta olduğu dedesi, o yoksa amcası ona vaziyet ederdi. Bu hüküm mevcut yapıya da uygun düşer ve hikmetli olurdu. Buna mukabil aile, belli bir yaşa gelince her biri bir tarafa dağılmışsa, geleneksel aile yapısı çözülmüş, bireyler ve özgürlükleri ön plana çıkmışsa onlar üzerinde hâlâ geleneksel yapıdaki velâyet hükümlerini geçerli görmek vâkıaya uymaz. Vâkıaya uymayan bir hüküm de hayatiyet ve işlerlik bulmaz; küçüklerin evlendirilmesi gibi.

Kadının dışarıda çalışma hayatına katılması pek çok değişikliği beraberinde getirmiştir. Evliliğin mahiyeti değişmiştir. Artık evlilikler milk-i müt’a sahibi olmak için değil, hayatı elbirliği ile beraber yaşamak, acısıyla tatlısıyla paylaşmak için kurulmaya başlamış, iş bölümü de ona göre eşitlikçi bir anlayışla değişmiştir. Artık kadının görevi “menkûhe” olarak sadece milk-i müt’a sahibi olan zevc’ine kadınlığını sunmak değildir; yuvayı yapan dişi kuş olarak hem eş, hem çocuklara anne hem de iş yapmak başka bir ifade ile ailenin tüm umûrunu eşi ile birlikte üstlenmektir. Bu günümüzün inkâr edilemez bir gerçekliğidir. Böyle bir gerçekliğe, sadece “milk-i müt’a elde etme amacıyla kurulan” nikâh akdinin hükümleri olduğu gibi nasıl tatbik edilebilir?! Edilirse şayet bu adil ve hikmetli olur mu? Hayatta karşılık bulur mu?

Sonuç olarak diyebiliriz ki “İslâm hukukunda ahkâmın değişmesi”, bir hukuk sistemi olarak fıkhımızı hayatta tutabilmenin imkân ve şartıdır. Fıkıh, özellikle oluşum döneminde olduğu gibi şeriat membaından hayata açılan kanallarla insanlığa hayat vermeyi amaçlar ve bunu sağlamayı varlık sebebi bilir. Her baharda inen rahmet ile birlikte su kaynaklarının coşarak kendilerini yenilemesi, yataklarını temizlemesi gibi fıkhımızın da her dönemde kendisini yenilemesi ve arındırması gereği vardır. Buna literatürde “tecdid” denilmektedir. Bizim İslâm’a yeni bir şekil verme anlamında reforma ihtiyacımız yoktur. Ama bütün canlı organizmalarda zorunlu olduğu gibi sürekli yenilenmeye ihtiyacımız vardır. Bu yapılırken de bir başkalaşıma değil, fıkhımız yine kendi kalarak, çizgiyi sürdürerek, aynı açı içinde devam ederek, geleneğin içinde ve bizzat kendimiz (ulema) tarafından dönüştürülerek yapılacaktır. Asr-ı saadetimiz, tarihte yaşanmış bir kesit değil, o hayattan çıkarılmış ve insanlığın ufkuna konulmuş bir ideal olacaktır. Bu yapılamazsa iki ihtimalden biri kaçınılmaz olacaktır: Ya insanlar din ilmeğini boyunlarından çıkarıp atacaklar ve tercihlerinde artık vahye yer vermeyecekler, seküler bir yol tutacaklardır. Ya da her yeniliği, her açılımı bidat diye damgalayan, karşı çıkanları tekfirle suçlayan, inananları asr-ı saadet diye tarihin belli bir kesimindeki, belli bir iklimindeki hayatı yaşamaya zorlayan bir anlayışa teslim olacaklardır. Bunun her ikisi de bizi felâha götürecek yollar değildir.

Bizim için matlup olan fıkhımızda istikrar ve değişimin iç içe ve dengeli olmasıdır. Fıkhın hayatiyetini sürdürmesi ancak bu şekilde mümkündür.

Kaynak: Din ve Hayat Dergisi

Dipnotlar:


[1] Şûrâ, 42/13.

[2] Rûm, 30/30.

[3] Nahl, 16/96.

[4] Maide, 5/2.

[5] Nisa, 4/58.

[6] Nahl, 16/126.

[7] Mâide, 5/1.

[8] Taberani, el-Mu’cemu’l-evsat, I, 90.

[9] Taberani, el-Mu’cemu’l-evsat, VII, 251.

[10] Nisa, 4/34 gibi.

[11] Had cezalarında olduğu gibi.

[12] Mâide, 5/33.

[13] Nisa, 4/15.

[14] Enfâl, 8/60.

[15] Ahmed, IV, 144.

[16] Şuarâ, 26/196 gibi.

[17] Serahsî, Mebsût, I, 65 vd.

[18] “Şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye (tan yeri ağarıncaya) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar orucu tam tutun.” (Bakara; 2/187)

2752 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi12
Bugün Toplam1418
Toplam Ziyaret4770546
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI