• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Hayatı Sade Yaşamak (Vaaz-Ramazan KOÇ)

Hayatı Sade Yaşamak (Vaaz)

HAYATI SADE YAŞAMAK

Değerli Müminler!

Müminin her hali, tavrı ve davranışıyla gösterişten uzak, mütevazı ve sade bir hayatı vardır.

Ailevi ve sosyal hayatıyla, özü, sözü ve davranışlarıyla, giyim kuşamıyla, evi, arabasıyla olabildiğince sadedir mümin. Bir sadelik timsali, bir sadelik numunesidir mümin.

İslâm, mütevazı bir hayatı ve sade bir görünümü olgun ve mükemmel bir imanın belirtisi sayar.

Bir gün, Rasülullah (sas) ashâbı onun yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Rasülullah (sas) şöyle buyurdu:

“Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır; sade hayat sürmek imandandır.” Ebû Dâvûd, Tereccül 2.

Peygamber Efendimiz’in dünyaya ve dünyalıklara bakışını, ashâbını ve ümmetini bu yönde nasıl eğittiğini öğrendiğimiz bir hadistir bu.

Dinimiz, bu dünyada hayatını devam ettirebilecek ve Allah’a kulluk görevini yerine getirebilecek miktarda yiyip içmeyi her insana bir vazife olarak yüklemiştir.

Kasas, 77 “Allah'ın sana verdiğinden (Onun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma…”

Ama bunu yaparken de sade olmayı aşırıya ve israfa kaçmamayı öğütlemiştir.

Peygamberimiz (sas) de yiyecek, içecek ve giyim kuşamda lüks ve israfa dalmayı, hayatı bunlardan ibaret sanmayı asla tasvip etmemiş, bu şekildeki davranışları kınamıştır.

İslâm, ne herkesin kıskanmasına ve buğzetmesine sebep olacak derecede lüks yaşamayı, ne de bunun aksine, son derece pejmürde bir görünüm sergilemeyi tasvip eder.

Sahâbe, sadece fakir ve yoksul oldukları dönemlerde değil, yönetimde bulundukları ve maddî imkânlara sahip oldukları dönemlerde de örnek sayılacak mütevâzı bir hayat sürmeye özen göstermişlerdir.

Tâbiîn âlimlerinden Zeyd İbni Vehb: “Ömer İbnü’l-Hattâb’ı elinde kamçı, üzerinde yamalı bir elbise ile çarşıda gördüm. Elbisesinde on dört yama vardı; bu yamalardan bazısı da deriden idi” der.

Sahabe ve daha sonraki nesillerin seçkin kişileriyle ilgili benzer rivayetler, muteber eserlerde yer alır.

Onlar bu şekildeki davranışlarıyla, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesini yerine getirmiş Onu örnek almış ve hayatlarında uygulamışlardır.

Onlar yaşamayı kolaylaştırmayı, sadelik ve mütevazılığı, İslâm’ın prensiplerinden biri olarak anlamış ve o şekilde yaşamışlardır.

Onlar dünyaya ve dünyanın süsüne, gösterişine, lüksüne, ihtişamına, şatafatına, israfına dalmamışlar ve zenginleştiklerinde bile bu sadeliği elden bırakmamışlardır.

Evet, fakir oldukları çok ihtiyaçlı oldukları zamanlar olmuştu. Bir örnek vermek isterim.

Resûlullah (sas) ashâba namaz kıldırırken, onlardan bazıları açlığın verdiği takatsızlıktan dolayı ayakta duramayarak düşüp bayılırlardı.

Bunlar Suffe ashâbı idi. Çölden gelen Bedevîler: Bunlar deli, derlerdi.

Rasülullah (sas) namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gider ve onlara:

“Allah Teâlâ’nın yanında sizin için neler hazırlandığını bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz” buyururdu. Tirmizî, Zühd 39

Hârise İbni Vehb Resûlullahı (sas) şöyle buyururken dinledim:
“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar kendilerini korumaktan âciz, Mütevazı ve alçak gönüllü oldukları için de kimsenin önemsemediği ve fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın gerçekleştireceği kimselerdir. Allah’ın yeminlerini boşa çıkarmayacağı kimselerdir”

“Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” Buhârî, Eymân 9,

Peygamber Efendimiz cehennemlik olanların en önemli özelliklerini katı kalplilik, kabalık, cimrilik ve kurularak yürümek diye belirtmiştir.

Bunlar kendilerini diğer insanlardan farklı gören, halkı aşağılayan, onlara sevgiyi, ilgiyi ve sahip oldukları maddî ve mânevî şeyleri lâyık görmeyen kimselerdir.
Büyüklük ve ayrıcalık hastalığı onları toplumdan koparmıştır.

Değerli Müminler

Kibir, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği, hatta en fazla gazap buyurduğu mânevî bir hastalıktır.

Allah kibir sahiplerini sevmez çünkü onlar sadece Allah’a mahsus olan büyüklük sıfatına ortak çıkmaya kalkmışlardır. Çünkü büyüklük ve azamet yalnız Allaha mahsustur.

“Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” Lokman sûresi (31), 18

Kula yakışan tevâzudur. Haddini bilmektir. Kusur ve noksanlarının farkında olmak, güçsüzlüğünü anlamak, bilgisizliğini kabul etmektir. Allah’ın sonsuz kudreti karşısında bir hiç olduğunu itiraf etmektir.

Bir kulun, aczini ve yetersizliğini bilmiyormuş gibi çalım satması, küçük dağları ben yarattım dercesine kurumlu yürümesi, insanlara değer vermeyip küçük görmesi Cenâb-ı Hakk’ın affetmeyeceği bir küstahlıktır.

“Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” sözü, kibir hastalığına yakalanan kimselere güzel bir öğüttür.

Tevâzû, kimseyi hor hakir görmemek ve sosyal durumu ne olursa olsun herkese sevgi, saygı, merhamet göstermektir.

Ama bazılarının da sandığı gibi kılık ve kıyafetine önem vermemek, temizliğe riâyet etmemek ve kişiliğini korumamak tevâzû değil zillettir, hakirliktir. Efendimiz ise her durumda mütevazı idi.

Enes ra şöyle dedi: Resûlullah’ın devesi Adbâ, yarışta birinciliği başkasına vermezdi; yahut yarışı başkasına kolay kolay bırakmazdı. Kimselere kaptırmazdı.

Bir gün binek devesine binmiş bir bedevi geldi ve yarışta onu geçti. Bu durum müslümanlara pek ağır geldi. Bu hali farkeden Peygamber sas şöyle buyurdu:

“Dünyada yükselen bir şeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez kanunudur.”

Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte bize ilâhî sırlardan birini haber vermekte ve yükselen bir şeyin her zaman öyle kalmayacağını, vâdesi dolunca irtifâ kaybetmeye başlayacağını ve nihayet bir gün düşeceğini bildirmektedir.

İnişli yokuşlu bu dünyada her şeyin bir ömrü olduğu, devletlerin bile yaptıkları hatalarla belirledikleri bir vâdesi bulunduğu, günü gelince her şeyin yok olup gideceği anlaşılmaktadır.

Resûlullah Efendimiz bu ilâhî kanunu bildiği için dünya hayatında yükseliş ve düşüşlerin vazgeçilmez olduğunu ashâbına bir deve yarışıyla öğretmiş oluyor.

Adbâ’nın yarışı kaybetmesine üzülmemek gerektiğini onlara telkin etmiş, kendisi de devesinin yarışı kaybetmesini bir gurur meselesi yapmamıştır.

Ashâb-ı kirâm Peygamber Efendimiz’i, devesinin bile yenilmesine razı olmayacak kadar çok severdi.

Peygamber Efendimiz ise daima tevâzuu tavsiye eder; mütevâzi olduğunu her davranışıyla gösterirdi.

Devesini bir bedevinin devesi ile yarıştırması, devesinin yarışı kaybetmesini son derece tabii karşılaması onun bu özelliğini ortaya koymaktadır.

Kibir cennetliklerin bir özelliği değildir. Nitekim Peygamberimiz: “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez,” buyurduğunda yanında bulunanlardan birisi:

—Ey Allah’ın Resûlü, insan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını sever, bu kibir midir? dedi. Peygamberimiz:

—Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek, insanları hor ve hakir görmektir, buyurdu. Müslim, “İman”, 39.

İnsanları hakir görmeyip onlara tevazû göstereni Allah yüceltir. Nitekim Peygamberimiz:

“Sadaka malı eksiltmez (aksine çoğaltır). Allah Teâlâ suç bağışlayan kimsenin şerefini artırır. Allah için tevâzû göstereni de yüceltir.” buyurmuştur. Müslim, “Birr”, 19.

Değerli Müminler,

Tevazuun karşıtı kibirdir. Tevazû olmayan yerde kibir vardır. Kişinin kendini beğenmesini ve böbürlenmesini dinimiz hoş görmez. Allah Teâlâ buyuruyor:

“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasib ederiz. Sonunda kazançlı çıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” Kasas, 83

Ayete göre Âhiret yurdu, Allah Teâlâ’nın hoşnut olduğu kullarına ikram edeceği cennettir. Cenneti kazanabilmek için yeryüzünde böbürlenmemek ve bozgunculuk yapmamak şarttır. Başka bir ayette:

“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.” İsrâ, 17/37.

Büyüklük Allah’a mahsustur. Buna rağmen büyüklük taslayanları Allah hoş görmez. Nitekim bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Büyüklük ridam, azamet de örtümdür. Kim bana bunlardan birinde ortaklığa kalkarsa ona azap ederim.” İbn Mâce, “Zühd”, 16.

Burada rida ve izar kelimeleri elbette mecazdır. Mana izzet ve kibriya Allah’a mahsus demektir.

Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: “Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, kibirli, hilekâr ve ululuk taslayan kimselerdir.” Müslim, “Kitabu’l-Cenne”, 13.

Ebû Hureyre (ra.) anlatıyor: Peygamberimize bir adam geldi ve sordu:

—Ey Allah’ın Resûlü, ben güzelliği seven birisiyim. Gördüğünüz gibi bana güzellik de verildi. Öyle ki, bir kimsenin ayakkabılarının bağı ile de olsa, benden üstün olmasını sevmem. Bu kibir midir? dedi. Peygamberimiz:
—Hayır, bu kibir değildir. Kibir, hakkı kabul etmemek, azmak ve insanları hor hakir görmektir, buyurdu. Ebû Dâvud, “Libas”, 29.

Peygamberimiz, varlıklı kimselerin eski elbise giymeyi, bozuk bir kılık ve kıyafetle dolaşmayı, hem bir alçak gönüllülük, hem de takva saymalarının doğru olmadığını ifade buyurmuş oluyor.

Evet değerli müminler, mümin Peygamberimizi örnek alarak herkese karşı alçak gönüllü olmalı, kimseyi hor ve hakir görmemeli, kimseye karşı kibirlenip böbürlenmemelidir. Allah böyle olan kullarını sever.

Mâlik b. Nadle, Arap yarımadasının en büyük kabilelerinden Hevâzin'in bir boyundandı. Kûfe'ye yerleşen ve Abdullah b. Mes'ûd'un yakın çevresinden Ebu'l-Ahvas'ın babası olan Mâlik, çok varlıklı birisiydi. Ne var ki bu durum dışına yansımıyordu.

Bir gün Nebî (sav) onu eski püskü kıyafetler içerisinde, pejmürde bir vaziyette görünce, “Senin hiç malın mülkün yok mu?” diye sormuştu.

Mâlik, çok sayıda küçük ve büyük baş hayvana hatta hizmetçilere sahip olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (sav),
“Allah sana mal vermişse bu malın varlığı üzerine yansımalı.” demiş, Allah'ın (cc) geniş nimetlerinden kendisini ve ailesini mahrum etmemesini öğütlemişti. İbn Hanbel, III, 474;

Bunun üzerine Mâlik doğru evine gitmiş ve üzerinde yeni bir elbiseyle Peygamber'in yanına dönmüştü. İbn Hanbel, IV, 138.

Giyinmek, insanoğlunun tabiî bir ihtiyacıdır ve insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak insan, diğer canlılardan farklı olarak doğal bir örtü içinde yaratılmamıştır.

İnsanın giyinme şekli, coğrafyaya ve geleneksel farklılıklara göre değişkenlik arz etmiştir.

İlerleyen zaman içerisinde her millet kendine özgü giysiler ve giyinme tarzları geliştirmiştir.

Arap coğrafyasında da giysilerin daha çok iklim koşullarının etkisinde şekil kazandığını söylemek mümkündür.

Peygamber Efendimizin geldiği ortamda dönemin âdet ve alışkanlıklarına da uygun olarak erkekler, genellikle başlarına bir sarık dolayıp bellerinden itibaren topuklarına kadar uzanan dikişsiz bir kumaş örterlerdi. Tirmizî, Libâs, 42;

Kadınlar ise üzerlerine genellikle yeldirme şeklinde bir üstlük almak suretiyle uzun entariler giyerlerdi. Müslim, Libâs ve zînet, 18;

Rivayetlerden, özellikle İslâm'ın ilk dönemlerinde yünden dokunmuş kıyafetlerin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 38;

İslâm öncesi kullanılan giyim kuşam malzemesi ve giysiler, İslâm geldikten sonra da ana çizgileriyle varlıklarını sürdürmekle birlikte, Hz. Peygamber (sav) söz konusu giysilerin bazılarının kullanımında birtakım değişiklikler tavsiye etmiştir.

Bu değişikliklerin temelinde, farklı din ve inançların yaşadığı bir çevrede yetişmek durumunda kalan Müslümanlara bir kimlik ve aidiyet bilinci kazandırma çabasının yattığı anlaşılmaktadır.

Mamafih Allah'ın Elçisi (sav), başlarını örtmeleri için mümin erkeklere yeni bir tarz önererek, “kalensüva” adıyla bilinen bir başlık üzerine sarık sarmayı tavsiye etmiştir.

Bu yeni uygulamayı, “Bizimle müşrikler arasındaki fark, başlıklar üzerindeki sarıklardır.” sözüyle anlatmıştır. Ebû Dâvûd, Libâs, 21;

Başka geleneklerin etkisine kapılıp onların içinde kaybolmamaları yönünde Müslümanları uyaran Hz. Peygamber'in, “Müşriklere muhalefet edin; bıyıkları kısaltın, sakalları uzatın.” Buhârî, Libâs, 64;

“Yahudi ve Hıristiyanlar (saç ve sakallarını) boyamazlar, siz onların aksine davranın.” , Buhârî, Libâs, 67;

“Bıyıkları kısaltın, sakalları uzatın; Mecûsîlere benzemeyin.” Müslim, Tahâret, 55;

İfadeleri ile öyle anlaşılıyor ki taklit ve özentiyi engelleme, Müslümanlara o günün şartlarında özgün bir kimlik ve görünüm kazandırma amacı gütmüştür.

Kıyafetlerin de bir dili vardır. İnsanların şahsiyet ve özgünlüğünün bariz bir şekilde ifadesini bulduğu yerlerden biri de kıyafet tercihleridir.

İnsanın giydiği şık ve zarif giysilerin her zaman çevresine olumlu imalar vereceği açıktır.

Halk arasında yaygın olan, “İnsan elbisesiyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır.” sözü bu bakımdan anlamlıdır.

Elbise veya örtü Allah'ın insan için var kıldığı en önemli nimetlerden biridir. Onun önemi, olumsuz doğa koşullarına karşı insanı korumasının yanı sıra Nahl, 16/81.

Bedenin mahrem yerlerini örtme ve insanı güzel gösterme, böylece onun saygınlığına uygun bir görünüm sağlamasından kaynaklanmaktadır.

Bu hususa, Kur'an'da insanlığın ataları Âdem ile Havva kıssasının anlatıldığı yerde işaret edilmiş olması manidardır:
“Ey Âdemoğulları! Sizin için mahrem yerlerinizi örten giysi, süslenecek elbise var ettik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır.” A’râf, 7/26.

Yine, “Allah'ın kulları için yarattığı ziyneti ve hoş rızıkları kim haram kıldı?” A’râf, 7/32. âyetinde elbiseye “ziynet” denilmiştir.

Bu onun temiz ve helâl yiyecekler gibi Allah'ın nimetlerinden olmasının yanında bir süs ve güzellik nesnesi olarak da var kılındığını göstermektedir.

Bu âyetin câhiliye döneminde bazı Arap putperestlerin dindarlık adı altında Kâbe'yi çıplak veya yarı çıplak tavaf etme âdetlerini reddetmek üzere nâzil olduğu söylenmiştir.

Bu nedenle günümüzde bazı çevrelerde rastlandığı gibi çeşitli gerekçelerle kimi güzel ve değerli nimetleri haram saymayı bir erdem ve dindarlık göstergesi saymak büyük bir yanılgıdır. (Taberî, Câmi’, XII, 395.)

Efendimiz (sav), bunun tam aksine Müslümanların temiz ve şık giyinmelerini istemiştir.

Yukarıdaki âyetin anlamına uygun olarak, “Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görülmesini sever.” Tirmizî, Edeb, 54; buyuran Resûlullah, durumu müsait olan müminlerin, özellikle giyim kuşam noktasında imkânlarını en iyi bir şekilde kullanmalarını istemiştir.

“Yüce Allah, nimetinin eserinin yarattıklarının üzerinde görülmesini ister.” İbn Hanbel, IV, 438. Buyurmuştur.

Allah Rasûlü, Müslüman'ın giyim kuşamı hususunda o kadar hassastır ki saçı başı dağınık bir vaziyette dolaşan birilerini gördüğünde, kıyafetlerini düzeltmeleri için onları uyarmaktan kendini alamamıştır. Ebû Dâvûd, Libâs, 14;
Hatta onun (sav), savaşa giderken bile uygun görmediği kıyafetlere müdahale ettiği olmuştur.

Beni Enmâr Gazvesi için yola çıktıklarında bir ağacın gölgesinde dinlenirlerken Câbir b. Abdullah hayvanlarını otlatmakla görevli arkadaşlarından birisinin hazırlığıyla meşguldü.

Çoban yola çıktığında üzerinde eskimiş iki hırka vardı. Onun bu hâli Hz. Peygamber'in dikkatini çekti. Öyle ki, “Onun bu ikisinden başka elbisesi yok mu?” diye sormaktan kendini alamadı.

Câbir, “Ona verdiğim heybede iki elbise daha var.” deyince Resûlullah, “O hâlde onu çağır ve kendisine onları giymesini söyle!” buyurdu. Câbir de hemen arkadaşına gidip Resûlullah'ın isteğini iletti.

Bunun üzerine çoban elbiseleri giydi ve tekrar yola koyuldu. Ardından Peygamberimiz (sav), “Hay Allah müstahakkını versin! Böylesi daha iyi olmadı mı?” dedi. Bunun üzerine adam,
“Yâ Resûlallah! Allah yolunda savaşırken de mi böyle giyineyim?” diye sordu. Allah Resûlü (sav), “(Evet) Allah yolunda savaşırken de!” buyurdu. Muvatta’, Libâs, 1.

Müslüman, kılık kıyafetiyle her zaman insanların kendisine imrendiği bir görüntü arz etmelidir.
Ruh güzelliği dışına da yansımalı, ahlâkıyla olduğu kadar zarif görünümüyle de öne çıkmalıdır.

Sevgili Peygamberimizin bu noktadaki duyarlılığını kendisinden sonra da devam ettiren arkadaşları, yeri geldiğinde birbirlerine giyim kuşam hususunda tavsiyelerde bulunmuşlardır.

Bu duyarlılığı gösterenlerden biri de Şam'a yerleştikten sonra kendini ibadete veren zâhid sahâbî Sehl b. Hanzaliyye'dir.

O, kendisi ile sık sık görüşen Ebu'd-Derdâ'ya bir keresinde, Allah Resûlü'nün yolculuğa çıkan bazı arkadaşlarına verdiği şu öğüdü hatırlatmıştır:
“Sizler, kardeşlerinizin yanına gidiyorsunuz. Binitlerinizin bakımını iyi yapın, kıyafetlerinizi düzeltin! Öyle ki yüzdeki bir ben nasıl dikkat çekici ise, siz de onun gibi insanlar içinde gözde olun! Çünkü Allah çirkin görünümü ve çirkin söz ve davranışı sevmez.” Ebû Dâvûd, Libâs, 25;

Güzel ve nitelikli giyinmenin malî imkânlara bağlı olduğuna kuşku yoktur. Müslümanların maddî bakımdan sıkıntı içerisinde oldukları dönemlerde Hz. Peygamber, giyinme hususunda onlardan daha ölçülü olmalarını istemiştir.

Hz. Peygamber (sav), tek parça kıyafet içerisinde namaz kılınıp kılınamayacağını soran birisine, “Her biriniz iki kıyafet bulabilir mi ki?” karşılığını vermiş,
Aynı soru ilerleyen yıllarda Hz. Ömer'e sorulduğunda ise Halife Ömer şu karşılığı vermiştir: “Allah size bol verince siz de cömert davranın.”

Bundan sonra insanlar alt ve üstlerine giydikleri ikişer kıyafet içinde namaz kılmaya başlamışlardır. Buhârî, Salât, 9;
Yine Hz. Âişe bir gün üzerindeki Yemen kumaşından yapılmış beş dirhem değerindeki elbiseye işaret ederek,
Resûlullah devrinde bu kalitede bir elbisesi olduğunu, o günün Medine'sinde düğün için süslenen hanımların onu ödünç aldıklarını, oysa hizmetçisinin bile artık bu elbiseyi giymekten utandığı bir zamanda yaşadıklarını söylemiştir. Buhârî, Hibe, 34.

İyi ve güzel kıyafetler giyinmek, kadın erkek her insanın arzulayacağı bir şeydir. Şu var ki süslenme ve güzel görünme isteği daha çok hanımlarla özdeşleşmiştir.

Bu bakımdan nebevî öğretide, incelik ve zarafetin göstergesi olan ipekten giysilerin, altın gibi süs eşyalarının hanımlara tahsis edilmesi ve erkeklerin bu kabil giysilerden kaçındırılması Tirmizî, Libâs, 1; anlamlıdır.

Nitekim bir defasında Hz. Peygamber, kendisine tamamen ipekten dokunmuş bir elbise hediye edilince, onu Hz. Ali'ye göndermiştir.

Hz. Ali'nin, “Bunu ne yapayım?” sorusuna, eşi Hz. Fâtıma'yı, annesi Fâtıma bnt. Esed'i ve amcası Hamza'nın kızı Fâtıma'yı kastederek, “Onu başörtüsü yap ve Fâtımalar arasında dağıt.” karşılığını vermiştir. İbn Mâce, Libâs, 19;

O (sav), kendisine gelen ve ashâbına takdim ettiği saf ipek elbiselerin ya giymesi uygun olanlara verilmesini, ya hanımlara başörtü olarak hediye edilmesini, Müslim, Libâs ve zînet, 18. ya da pazarda satılıp paraya çevirme yoluyla istifade edilmesini tavsiye etmiştir. Buhârî, Libâs, 30;

İpek giysilere ve altın ziynete getirilen kısıtlamalarda bu eşyaların abartı ve israf yanında kibir ve gösterişe yol açma olasılığı da göz önünde tutulmuş olmalıdır.
Kibirlenme ve gösteriş, güzel kıyafetler giyinerek ve süslenerek topluma karışan herkesin içine düşebileceği marazî duygulardır.

Resûlullah, müminlere, muhtemelen daha çok Kureyş aristokratları ve İran sosyetesinin bir giyim tarzı olduğu, bu yüzden de mağrurlanmaya yol açabileceği gerekçesiyle yerde sürünecek kadar uzun kıyafetler giymemeleri konusunda uyarmış ve şöyle buyurmuştur:
“Yüce Allah, kibrinden dolayı elbisesini yerde sürükleyen kimseye (rahmet nazarıyla) bakmaz.” Müslim, Libâs ve zînet, 42;

Buradan hareketle insanın doğasında var olan güzel görünme isteği ile kibir duygusu arasında bir bağ kurulmamalıdır.

Hadis kaynaklarımızın kılık kıyafete dair bölümlerinde yer alan rivayetler, giyinmenin ahlâkî ve vicdanî boyutuna ilişkin bizlere önemli bilgiler sunmaktadır.
Buna göre Müslüman kişi, yeni ve güzel kıyafetler giydiğinde kibir ve gösterişe kapılmak yerine sahip olduğu bu nimetin gerçek sahibini anmalı, Allah'a şükretmelidir.

Allah Elçisi'nin öğretilerinde ve sünnetinde yeni bir kıyafet giyen müminin nasıl hareket etmesi gerektiğini gösteren önemli öğütler mevcuttur.

O (sav), yeni bir elbise giydiği zaman sarık, gömlek ya da ridâ olsun, o elbisenin ismini söyler ve sonra şöyle derdi:
“Allah'ım, sana hamdolsun! Bunu bana sen giydirdin. Senden bu elbisenin hayrını ve hayırda kullanılmasını istiyorum. Onun şerrinden ve şerde kullanılmasından da sana sığınıyorum.” Tirmizî, Libâs, 29;

Nebevî sünnette, Müslüman'ın, din kardeşini yeni ve güzel bir kıyafet içerisinde gördüğünde nasıl bir tavır sergilemesi gerektiği de yer almaktadır.

Buna göre mümin, böyle bir durumda haset duygusuna kapılmaz, bilakis nazik bir biçimde kardeşini tebrik eder.
Peygamber döneminde bir sahâbî yeni bir elbise giydiği zaman diğerleri onu tebrik etmek maksadıyla kendisine, “Güle güle eskit, Yüce Allah da sana yenisini versin!” derlerdi. Ebû Dâvûd, Libâs, 1.

İlk Müslümanlardan ve Habeş göçmenlerinden Hâlid b. Saîd b. Âs'ın Habeşistan'da doğan kızı Ümmü Hâlid'in aktardığına göre, bir defasında Resûlullah'a (sav) kare şeklinde küçük ve siyah şekiller bulunan bir giysi getirildi.

Nebî (sav), “Sizce buna en lâyık kim?” diye sordu. Orada bulunanlar cevap vermedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Bana Ümmü Hâlid'i getirin!” dedi. Allah Resûlü, o elbiseyi Hâlid b. Saîd'in kızına giydirdikten sonra, “Üzerinde eskitip yıprat!” diye iki defa dua etti ve
Habeşçe, “Senâhu senâhu, ey Ümmü Hâlid!” diyerek elbisenin güzel olduğunu ve kendisine yakıştığını ifade etti.

“Senâhu, senâhu” kelimesi Habeş dilinde “güzel” demektir. Ebû Dâvûd, Libâs, 2;

İnce ruhlu, narin tabiatlarıyla kadınlar güzel görünmeye ve süslenmeye daha meyillidir.

Hz. Peygamber kadının fıtratında var olan bu arzusunun karşısında durmamış ancak onun süslenmeyi suistimal etmesini de onaylamamıştır.

Tüm Müslüman kadınlara örnek olacak Peygamber hanımlarına hitaben çeşitli tavsiyelerde bulunan Yüce Allah, onlara câhiliye zamanındaki kadınların yaptığı gibi açılıp saçılarak ve bedenlerini teşhir ederek çıkmamalarını Ahzâb, 33/33. buyurmuş,
mümin hanımlardan süslenirken süslenme ahlâkına riayet etmelerini istemiştir. Ayet şöyledir:
وَقَرْنَ ف۪ي بُيُوتِكُنَّ وَلَا تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الْاُو۫لٰى وَاَقِمْنَ الصَّلٰوةَ وَاٰت۪ينَ الزَّكٰوةَ وَاَطِعْنَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْه۪يراًۚ
"Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb; 33)

Câhiliye devrinde bazı Arap kadınlarının abartılı bir biçimde süslendikleri, bedenlerini teşhir ederek erkeklerin arasında gezindikleri (İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 49.) göz önüne alındığında bu ilâhî hitabın hikmeti daha iyi anlaşılacaktır.

İslâm, kadının cinsellik dürtüsüyle ancak eşi için süslenebileceğini kabul eder.

Yine Âişe validemiz, kendisine gelerek süslenip eşine güzel görünmek için yüzündeki kılları aldırıp aldıramayacağını soran bir kadına şu karşılığı vermiştir:
“Seni rahatsız eden şeylerden kendini arındır, nasıl ki arkadaşlarının olduğu bir yere ziyarete giderken süsleniyorsan kocan için de süslen...” Abdürrezzâk, Musannef, III, 146.

Câhiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de süslenme, güzel görünme, ötekinin ilgisini çekme gibi çeşitli gerekçelerle hem erkeğin hem de kadının bedenleri üzerinde birtakım tasarruflarda bulundukları bir gerçektir.

Hz. Peygamber, yüzlerindeki tüyleri aldıran, saçlarına başkalarının saçlarını ekleten, kaşlarını aldıran, dişlerini incelten, dövme yapan ve yaptıranların ilâhî rahmetten uzak olduklarını söylemiştir. Buhârî, Libâs, 82;

İslâm büyüklerinden Zührî'nin deyimiyle “câhiliye modası” olan bu uygulama muhtemelen bedene işkence olduğu ve sağlık açısından birtakım sakıncalar doğurduğu gerekçesiyle Hz. Peygamber (sav) tarafından yasaklanmıştır. Buhârî, Libâs, 87.

Resûlullah, dişiliğini sergileyerek cinselliğini insanlığının ve kişiliğinin önüne geçiren, bedenini metalaştıran, onu teşhir eden kadınların ebedî mutluluğu tadamayacaklarını söylemiştir:
“...Giyinik (oldukları hâlde) çıplak (gibi olan), (başkalarını kendilerine) cezbeden ve (kendileri de başkalarına) meyleden kadınlar ki onlar, başlarında deve hörgücü gibi topuzlar taşır. İşte bunlar ne cennete girerler ne de cennetin kokusunu alabilirler. Oysa cennetin kokusu çok çok uzak mesafelerden dahi alınır.” Müslim, Cennet, 52;
Hz. Peygamber'in öğretilerinde, Müslümanların temiz ve kibar insanlar olarak, göz zevkine uygun, şık bir giyim kuşam ve süslenme tarzını benimsemeleri öngörülür.

Kendini beğenme, kıyafetiyle kendini ispatlama, pahalı harcamalarla israfa dalma gibi hatalı tutumlardan sakındıran Resûl-i Ekrem, mütevazı, zarif ve nezih bir giyim alışkanlığı edinmemizi istemiştir.

Bu yüzden mümin, tabiatında var olan giyinme ve süslenme ihtiyacı ve arzusunu giderirken Kur'an'ın ifadesiyle “takva elbisesini” A’râf, 7/26. giyebilmeyi ihmal etmemelidir.

Ruhuna giydireceği bu mânevî kisve, onun nezih ve zarif yapısının bir dışa vurumu olmalıdır. Bu ayetle bitirelim inşallah!
يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ قَدْ اَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاساً يُوَار۪ي سَوْاٰتِكُمْ وَر۪يشاً۠ وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌۜ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
"Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi)." (A'râf; 26)

Takva elbisesi: Allahtan hakkıyla sakınarak, hayâ duygusu ve Allah korkusu ile giyinmek, demektir. Tesettüre riayet ederek giyinmektir.

Genel olarak takvâ, günah duygularını örtüp kapatan, dizginleyen ve böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu bezeyen bir erdem şeklinde takdim edilmektedir.

Yani elbise bedeni kapattığı, koruduğu ve süslediği gibi takvâ da hem ruhumuzun kötü duygularını örter hem de ruhumuzu süsler.

Böyle olunca takvâ sahibi kişinin kaba, haşin, haksız, isyankâr, şehvet düşkünü, açgözlü, edepsiz, hayâsız olması düşünülemez.

Burada takvâ, sorumluluk bilinci olarak örtünmenin ruhudur. Takvâsız bir örtünme ruhsuz bir cesettir. Takvasız bir örtünme maalesef giyinmiş çıplaklıktır.

Âyet giyinmenin doğuştan medenî olan insanın tabiatı gereği olduğunu ifade eder.

Amaç, karşıt cinslerin birbirleriyle ilişkiyi cinsiyet üzerinden değil şahsiyet üzerinden kurmalarıdır. Yani dişilik değil kişilik ön planda olsun!

Rabbim hepimize takva elbisesine bürünmeyi nasip eylesin inşallah!

Ramazan KOÇ / Cezaevi Vaizi

2301 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi15
Bugün Toplam785
Toplam Ziyaret4725280
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI