• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Bir İhtişamlı Başlangıç: BED-İ BESMELE

Kur'an eğitimine yeni başlayan çocuklar için düzenlenen kadim tören. F. Hilal FERŞATOĞLU'nun kaleminden bir solukta okunacak makale: "Bir İhtişamlı Başlangıç: BED-İ BESMELE"

BİR İHTİŞAMLI BAŞLANGIÇ: “BED-İ BESMELE”*
F. Hilâl FERŞATOĞLU
Vaiz/Kadıköy Müftülüğü

Çocukluğumdan hatırlarım, evimizin sırasında, ahbâbımız Öztürklerin ahşap köşklerinin bahçe duvarına bitişik çıkmaz sokakta, bütün Erenköy’ün sevip saydığı kıymet verdiği “Hocaanne”nin evi vardı. Kendisi küçük yaşta hâfız olmuş olan bu yaşlı teyze güngörmüş ve vakur bir hanımefendiydi. Ufak tefekti ama Kuran okumaya başladığında bütün evi dolduran gür bir sadâsı vardı. Bizim de sıkça gittiğimiz evinde her Perşembe Kur’an okunur, dualar edilir, sedirlerde yer bulamayanlar yerlere oturur, o küçük ev dolup taşardı.

Merhum anneannem nereden duymuştu bilmem, beni dört yaş, dört ay, dört günlükken Hocaanne’nin önünde diz çöktürmüş ve ben onda “bed-i besmele” etmiştim. “Eûzü besmele” çektirdiğini, “Rabbiyessir” okuttuğunu ve benim için hayır dualar ettiğini bugün hayal meyal hatırlıyorum.

Hocaanne, çocuk okutan biri değildi. O vakitler benim yaşımdaki çocuklar için Kur’an eğitimi verecek bir yer de yoktu. Ama büyüklerim okula başlamadan Kur’an-ı Kerim’i öğrenmem konusunda kararlıydı. Nihayetinde anneannem elimden tutup beni Erenköy Kız Kuran Kursu’na, Hâfız Rabia Hoca (Pakdil)’ya götürmüş, okutması için ricacı olmuş, o da mutâdın dışına çıkarak kabul etmişti. Bir “küçük talebe” -bana böyle sesleniyorlardı- olarak başlayan okuma maceramın ilk adımı, yaklaşık bir sene sonra altı yaşımı doldurmadan nihayete erdi; hatim etmiştim.

Mahalle mekteplerinde Mushaf’ı hoca nezaretinde sonuna kadar okuyup bitirmeye “hatim indirme” denir ve bilindiği kadarıyla sadece kız çocukları için “hatim duası” adı altında bir merasim tertip edilirmiş. İşte benim için de evimizde böyle bir merasim düzenlendi. Çocuk muhayyilemde derin izler bırakan o günü hiç unutmam.

Hatim günü için iki kat kıyafet dikilmişti. İlki gülkurusu rengi tafta kumaştan, üzeri gümüş sırma iplikle işlenmiş kloş bir etek-yelek takım ve içine beyaz gömlek… Bu kıyafeti davetlileri karşılarken giymiştim. Diğeri ise merasim elbisemdi. Anneannemin cam kırığı mavi krep kumaştan diktiği, annemin kasnakta “Türk işi”yle işlediği, uzun, pelerinli bu elbise bana tekbirlerle giydirildi. Başıma iğne oyalı, içinde mavi işlemeleri olan beyaz kreptemor bir örtü bağlandı. Bana o gün çok uzun gelen koridorun bir ucundan, hemen arkamda iki ablanın tuttuğu, üzerine sarı sırmayla kelime-i tevhid işlenmiş yeşil bir sancağın önünde, tekbirler eşliğinde ağır ağır misafir salonuna yürüyordum.

Hocamın önüne oturduğumda heyecandan kalbim duracak gibiydi ve garip bir duyguyla gözümden yaşlar boşandı. Dizi dibinde Kur’an’ı hatmettiğim güzel sesli, güler yüzlü hocamın ciddiyetinden ödün vermeden beni teselli ettiğini hatırlıyorum. Rahlenin üzerindeki Kur’an’ı açtı, bana ezberden Duhâ’dan aşağısını, Fatiha'yı, Elif Lâm Mîm’i, Âyetel Küsî’yi, Âmenerrasûlü’yü ve Lev-enzelnâ’yı okuttu. Ettiği hatim duasının ardından hocamın zarif elini öptüm ve sonra da maşallah-barekâllahlar arasında bütün misafirlerin…

İkramlar başladığında artık kuş gibi hafiftim. Sevincime pâyân yoktu. Ne de olsa herkesin takdirle karşıladığı önemli bir işi başarmıştım. Hediye faslı hitâmühû misk olmuştu. Beni en ziyade memnun eden hediyenin, Eliaçıkların Hacıanne’nin Hicaz'dan getirdiği, Kâbe motifli akik kolye olduğunu hatırlıyorum. Hayatımda başından sonuna kadar başrolünde sadece benim bulunduğum tek gün olan bu merasim günü, arka fonda yeşil sancak olduğu halde stüdyoda çektirilen fotoğrafla son buldu. Ve çocukluğumun en özel hâtırasını canlı tutan o fotoğraf, benim hep başköşemde durdu.

***
Osmanlı’da eğitim-öğretimin ilk basamağı “sıbyan mektepleri”ydi. Her mahallede birer tane olmasından dolayı “mahalle mektebi” ve çoğunlukla taştan yapılmaları sebebiyle “taşmektep” diye de isimlendirilirdi. Genellikle vakıf külliyeleri içinde yer alan müstakil, iki katlı, kubbeli veya tonozlu, sade ve sevimli yapılarıyla sivil mimariye benzer özellikler taşıyan mahalle mektepleri, eğitim-öğretim sebebiyle evden ilk defa ayrılan çocuklar için kendilerini rahat hissettikleri, tanıdık bir mekan özelliği taşıyordu.

Mahalle mekteplerine çocuk eğitime hazır olduğunda, yani çocuğun kendi isteğiyle ya da ailenin uygun görmesiyle başlanırdı. Bu aslında modern eğitim bilimi kaynaklarının ifade ettiği, her çocuğun zihinsel-bedensel-ruhsal gelişim dönemlerini az-çok birbirinden farklı zamanlarda yaşadığı gerçeğine de uygun bir yaklaşımdı.

Taşmekteplerde okutulan dersler, mektebin şehirde, kasabada, köyde oluşuna ve vakfiye şartlarına göre değişiklik arzediyordu. Genellikle Kur’an okuma ve tecvid bilgisi, namaz sûreleri ve duaları, ilmihal bilgileri, namazların kılınışını öğreten tatbikat dersleri, mektep ilahilerini muhtevî bir miktar dinî musiki eğitimi verilir, bazı mekteplerde bunlara ilaveten yazı meşkettirilir, hâfızlık yaptırılırdı.

Mektebe başlayan çocuklar, elif cüzünden harfleri söktükten sonra sırasıyla Amme cüzü, Tebâreke cüzü ve diğer bazı cüzleri ve hatta Mevlid’i okur, öyle Kuran'a geçerler ve “Mushaf’a çıkmak” diye tabir edilen bu seviye ayrı bir sevinç vesilesi olurdu.

Mahalle mekteplerinde çocuklar, altlarında minderleri, önlerinde rahleleriyle kimi zaman hocayı takiben toplu, kimi zaman da münferid olarak ders okurlardı. Tevfik Sağlam, hâtıratında bu okuma sahnesini şöyle resmetmiştir: “Aynı dersi tekrarlayan çocuklar bazen bir koro halini alırdı. Bu çok keyifli, görülecek bir manzara idi. Mesela hep bir ağızdan şöyle bir heceleme: ‘Elif küsün enni, Elif kesa inni, Elif kötür önnü’ diye bir makamdan tutturdular mı adeta ilahi okuyorlarmış gibi kendilerinin, hatta hocanın vecde gelmemesi kâbil mi?"

Mektebin “hoca”sı genellikle mahalle camisinin imamı olur, yanında bir de “kalfa” (halife) denilen yardımcısı bulunurdu. Kalfa, hoca olmadığı zaman ona vekalet ederdi. Bir de her sabah “Haydi Mektebe!” çağrısıyla, talebeleri evlerinden tek tek toplayan, omuzundaki uzun sırığa çocukların yiyecek çıkınlarını asarak onları mektebe taşıyan ve mektepte hademelik vazifesi gören “bevvab” var idi.

Bir dönem romanlarda, hâtıratlarda, filmlerde iç karartıcı mekanları, kaba softa hocaları, falaka cezaları, anlamsız tekerlemlerle ezberci uygulamaları ile mahalle mektepleri hiçbir amacı ve faydası olmayan eğitim kurumları olarak taraflı bir biçimde insafsızca yerilmiştir. Okumaya ilk başladığı yer olan Üsküp'teki mahalle mektebi ile ilgili olarak Yahya Kemal'in şahitliği, zannederim bu taraflı tutuma cevap niteliğindedir. “Hoca karşısında ilk defa ders gördüğüm yer, daha İstanbul fethedilmeden önce vücûda gelen ve o zamandan beri hiçbir şeyi değişmemiş olan bu latîf yerdi. Eğer oraya gönderilmemiş olsaydım, tahsilim doğrudan doğruya bir yeni maarif mektebinde başlasaydı, milletimin en hoş bir hâtırasından mahrum kalmış olurdum. Çocukluğumda olsun birkaç sene güzel mazimiz içinde yaşamış oldum”.

XIX. asrın ikinci çeyreğinden itibaren daha sistemli ve programlı eğitim kurumları olan Mekteb-i İbtidâîlere ve sonrasında da İlkmekteplere dönüşen mahalle mekteplerinin, zengin folklorik unsurlar barındıran yapısı içerisinde, halk arasında “Âmin alayı” olarak bilinen “bed-i besmele cemiyetleri”nin önemi büyüktü. İlk defa ne zaman uygulandığı bilinmeyen bu gelenek, tahsil hayatına adım atan çocuk için, hâtırası zihninde ömür boyu taze kalacak muhteşem bir “başlangıç merasimi”ydi.

Çok eski bir âdete muvafık olarak, çocuğun dört yaş, dört ay, dört günlük olması eğitim hayatı için bir milat kabul edilir bu yaşı itmam edenler mektebe başlatılırdı. Geleneği değil çocuğunun duygusal ve ruhsal gelişimini esas alarak, onu beş-yedi yaş arasında mektebe başlatan aileler de vardı.

Halk arasında neredeyse düğüne eşdeğer bir önem atfedilen “bed-i besmele merasimi” için eğer mümkünse kandil günleri, değilse Pazartesi veya Perşembe günleri tercih edilirdi. Mektep hocasına birkaç gün önceden haber verilir, hazırlıklara başlanırdı. Hâne halkı bir taraftan evi merasim için hazırlarken, diğer taraftan çocuğun ihtiyaçları giderilirdi. Artık mektepli sınıfına dahil olacak sabînin, merasim günü giyeceği kıyafet özenle hazırlanır, mektebe gidip gelirken cüzünü taşıması için “kadife üzerine sarı sırma kılâptan işlemeli, kâr-ı kadim” bir “cüz kesesi” diktirilir, mektepte oturacağı kadife kumaştan dairevî yahut dört köşe bir “minder” doldurulur, sade yahut sedef kakmalı açılır-kapanır bir “rahle” yaptırılırdı. Tahsil hayatının ilk kitapçığı olan “Elif cüzü” -ki çocuğun okumaya iştiyakını artırmak üzere süslü basılır, kabı ve ilk yaprakları yaldızlarla, renkli çiçeklerle tezyin edilirdi-, harfleri göstermeye, satırları takip etmeye yarayan ucu sivri arkası işlemeli, kemik, pirinç, gümüş veya altından mâmul “hilâl”i ve günlük dersini bitirdiği yeri işaretlemek üzere kullanacağı "balmumu" temin edilirdi.

Merasimden bir gün önce, çocuğun hamama götürülmesi, Eyüp Sultan, Yahya Efendi gibi evliya türbelerinin ziyaret edilmesi, çocuğun türbedara “nefes ettirilip, tesbihden geçirtilmesi” adettendi. Aynı gün aile büyükleri ve ahbaplara da el öpmeye gidilir, eğitim hayatına adım atacak yavru için duaları alınırdı.

Merasim günü, çocuğa o güne mahsus kıyafeti -belki “hilalî gömlek, ipekli mintan, yepyeni bir fes ve potin” - giydirilir, sağ omuzundan sol tarafa doğru cüz kesesi boynuna asılır, erkekse fesine nazarlık veya elmas bir iğne, kız ise başına pırlanta bir taç, göğsüne elmas bir broş ve/veya nazarlık takılırdı. Omuzundan çapraz olarak geçirilip bel üstünden usulüne uygun “Lahor şal” bağlanırdı. Evden çıkmadan önce nazar değmesin diye tütsülenen çocuk, heyecanla “Âmin alayı”nı beklerken, annesi ve haminnesi gözyaşları içinde “Ya Rabbim güveyliğini/gelinliğini de göster inşallah” diye dua ederlerdi.

Diğer taraftan mektepteki çocuklar, hocanın bir önceki gün “Yarın ders yok, ‘Âmin’ var, bayramlık esvaplarınızla gelin!” hatırlatmasıyla tertemiz bir şekilde giyinip mektepte toplanırlar, ikişerli sıra olup dizilirler, başlarında hocaları, kalfaları ve bevvabları olduğu halde ilahici başının idare ettiği ilahici takımını izleyerek ve yüksek sesle koro ile okunan ilahilerin beyit aralarında hep bir ağızdan “Âmin” diyerek çocuğun evine gelirlerdi.

“Âmin alayı” mektebe yeni başlayacak çocuğu evinden dualarla alır bu safhadan sonra yeni bir sıralanmayla kalabalıklaşan alay, yine ilahilerle yola düzülürdü. Kafilenin en önünde bulunan hocanın arkasından başının üzerinde çocuğun rahlesini, minderini ve cüz kesesini en kutsal bir emaneti taşır gibi taşıyan bevvab yürürdü. Beş on adım geriden eğer erkekse bir midilliye yahut ata, kız ise faytona bindirilen çocuk, onun ardından da Yunus’dan ve Niyazi Mısrî'den “bülent-âvaz” ilahiler söyleyen ilahici takımı ve âminciler gelirdi. Alayı çocuğun ailesi, yakınları, komşuları ve yolda katılan halk takip ederdi. Mehmet Akif’in ifadesiyle bu “her biri çevresine sabah aydınlığı saçan, küçük adımlı yaman taburun saf yüreklerinden, zaman zaman bir ilahî terâne yükselir, bu coşkunun yankısıyla tâ meleklerden yeryüzüne doğru bir ‘Âmin’ sesidir gelir”di.

Mahallede bir “Âmin”, seyirlik bir hadiseydi. Ahmet Rasim hâtıralarında dizleri ağrıyan yaşlı kadınların bile “Hayırlı olacak çocukların Âminlerinde melekler de bulunurmuş” diyerek seyre çıktıklarından bahseder. Bütün coşkusuyla ilerleyen bu “masumlar kafilesi”, evlerinin camlarına, dükkanlarının kapısına çıkan, mütebessim çehrelerle ve maşallahlarla “selama duran” halkın arasından ağır ağır ilerlerdi. Yolculuk mahallede bir müddet dolaşıldıktan sonra, merasim evde yapılacaksa çocuğun evinde, mektepte yapılacaksa mektepte son bulurdu. Kapı önünde ekseriyetle kurban kesilir, ilahiler okunur ve mektep gülbânkı çekilirdi.

Alaya dahil olanlar ve davetliler cemiyet evine yahut mektebe çıkar, buhurdanlarda yakılan öd ağacı ve gül suyu kokuları arasında kendilerine ayrılan yerde oturup bekleşirken, baba çocuğunun elinden tutar “Eti senin kemiği benim” diyerek küçüğü hocaya teslim ederdi. Çocuk hocasının önüne, minderine oturur, rahlesinin üzerine elifbâsını açar, eline hilâlini alır ve ilk talimi beklerdi. İlk ders istiâze ile besmelenin ve elif cüzünün bir ya da birkaç harfinin okunmasından ibaretti. “Rabbi yessir” (Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma, Rabbim okumamı hayırla tamamlat!) ve “Rabbi zidnî” (Rabbim, ilmimi, aklımı ve anlayışımı artır!) dualarını da hocasının ardından tekrar ederek okuyan mektepli, bundan sonra hocadan başlayarak bütün misafirlerinin elini öperdi. Merasim hâfız talebelerden birinin Kur’an tilaveti ve hocaefendinin duasıyla hitama ererdi. Sonrası; yemekler, lokmalar, zerdeler, şekerler... Kapıdan çıkarken hâne sahibinin merasime katılarak âmin diyen bütün çocuklara -ilahicilere bir misli fazla olmak üzere- harçlık dağıtması da adettendi. Elbette hoca, kalfa ve bevvab da unutulmaz, onlar da kendileri için hazırlanan atiyyeler ve bir miktar para takdim edilerek uğurlanırdı.

Surre alayı, Kılıç alayı, Gelin alayı, Beşik alayı gibi geleneğimizde varolup da zaman içinde unutulan Âmin alayı; sırf “hâtırası olsun” kabîlinden bir kutlama değildi. Çocuk için pek cazip olan bu olay mühim pedagojik hedefler gözetiyordu. Mektep hocasını, kalfasını, bevvâbı, ailesinin ve yakınlarının da bulunduğu bir şölende tanımanın, o vakte kadar evin dışına ebeveynsiz çıkmamış bir çocuk için ne kadar rahatlatıcı olduğu; yalnız olmadığını kendisi gibi bir-iki düzine akranla bir arada olacağını bilmenin ne kadar heyecan verici olduğu muhakkak. Süslenmiş at veya araba, özel kıyafetler, yaldızlı Elif bâ, hilâl, kadife minder, rahle… Bütün ayrıntılarıyla “irfan hayatının bu bir günlük bayramı”, hem mektebe başlayacak çocuğu ilme teşvik etmek hem de âmin alayına imrenerek bakan henüz mektep yaşı gelmeyenleri ve onların velilerini okumaya/okutmaya heveslendirmek içindi. Ailenin, çocuğunu “Eti senin kemiği benim” diyerek hocaya teslim etmesi de İslam ahlâk anlayışında mektebe ve hocaya verilen bir kıymet ifadesiydi.

Halide Edip’in kendi bed-i besmelesini de anlattığı hâtıratındaki “Bu alay, düğün merasimi kadar mühim sayılır, aileler çok para sarfeder ve Osmanlı devrinin sisteme bağlı içtimâî yardım hissine uyarak, o mahallenin birkaç fakir çocuğu da mektebe verilir, masrafları görülürdü.” ifadeleri bu merasimlerin toplum hayatına akseden bir diğer önemli yönünü ortaya koyar.

Eski insanların hâtıratlarında, çocukluk dönemlerine ait daha derin iz bırakan başka bir olay yok gibidir. Besmeley(l)e başlayacak çocuğun bu “tek günlük saltanat”la, adeta ilim ile yükselen mertebesini farketmesine, Ercüment Ekrem’in hâtırası pek güzel bir örnektir: “Yerimden kemâl-i gurur ile kalktım. İlk dersimi kekelemeden, şaşırmadan, benim yaşımdakilerde pek görülmeyen nadir bir pişkinlikle almış, tekrar etmiştim. Son bir dua daha edilirken arkama dönmüş, arkadaşlarımı azametle süzüyordum. Dün akşama kadar kızıl bir cehl ile pûyan olan ben artık allâme-i cihan kesilmiştim. O andaki hâlet-i rûhiyemi tarif edemem. Dört yıllık varlığımda azim bir inkılap olmuş ve ben bu inkılabın tesiri altında başkalaşmıştım. O kadar ki bu ilk dersten dönüşün akabinde üç gün, evet tam üç uzun gün ben uslu oturdum!”

***
Baştaki hikayenin sahibi küçük kız, kendi “bed-i besmele”sinden tam çeyrek asır sonra yâdında kalan hâtıraların izini sürdü, hâtıratlar okudu. Yaşayan insanlar arasında bir örneğini daha görmediği unutulan bu kıymetli geleneği canlandırmak, maziyi istikbale aktarmak adına dört yaş, dört ay, dört günlük olduğunda oğlu için bir “bed-i besmele merasimi” tertip etti.

Evleri, zamanın padişahı I. Ahmed tarafından Üsküdar'ın hâmisi, Aziz Mahmut Hüdayî Hazretlerine bahşedilen bir arazi olan Küçük Çamlıca tepesi eteklerindeydi. Tepenin ormana bitişen yerinde Hazret’in çile çıkardığı, sonradan tefriş edilen 'Çilehâne' nâm, kırmızı çatılı küçük bir mescid vardı. Sıkça gidip geldikleri maneviyat dolu, bu mütevazı mekan merasim için münasip ve anlamlı bulundu.

Üzerinde, yaldızlı sırmalarla işlenmiş, aynalarla süslenmiş siyah kadife bir yelek, içinde hakim yakasında yaldızlı işlemeleri olan krem rengi gömlek, altında siyah kadife şalvar, belinde sarı saten kuşak, ayağında çarık, başında yeleğin takımı olan bir başlık, omuzunda çapraz asılmış sırmalı cüz kesesi, belinde murassâ hançeriyle dört yaş, dört ay, dört gününü dolduran bu erkek çocuğu tam da hâtıratlarda anlatılana benzer giydirilmişti. Bu kıyafetler ona, yakın zamanda yapılan umre ziyareti sırasında Medine çarşısından denk düşmüştü. Galiba Hint işiydi. Karşısında cüppesiyle, sarığıyla oturan hocaefendi, anne ve babasının da hocası İsmail Kara idi. Mühimsediği bu merasime talebeleri tarafından davet edilince memnuniyetini izhar ederek lutfedip gelmişti. Hoca’nın önünde çocuğun Şam işi sedef kakma rahlesi ve oturması için -yine adet olduğu üzere- siyah kadifeden süslü bir minderi vardı.

Küçük mescidi dolduran misafirlerin yarısı çocuktu. Hem davetli hem de ilahiciydi onlar. Soğuk kış gününde, çocuğu evinden çift sıra halinde ilahiler söyleyerek ve âminler diyerek alıp getirmemişlerdi ama merasimin sonunda hep birlikte “Şol cennetin ırmakları”nı söyleyeceklerdi.

Hocaefendi, önce kalabalığa merasimle ilgili birkaç kelam etti. Ne de olsa bu insanlar için merasimin adı bile açıklamaya muhtaçtı. Sonra minderinde biraz tedirgin oturan çocuğa dönerek: “Yâ Üneys!” dedi, “Şimdi çıkar elif cüzünü ve dediklerimi tekrar et bakalım:
Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bi’l-hayr.
Eûzü billahi mineşşeytanirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm.
Elif, bâ, tâ, sâ, cîm. Bugünlük bu kadar dersin!”
İlk talimi böylece alan masum yavru, annesinin hatırlatmasıyla Hocaefendi’nin elini öptü. Hocaefendi de onu… Zihin açıklığı, hayırlı istikbal ve nice seneler muammer olması için dualar etti. Çocuğun babasının okuduğu aşr-ı şerifin ardından yine dualar, âminler, ilahiler, ikramlar… Ve cemiyet dağılmadan evvel konuklara tutulan, kırmızı jelatin kağıtlara sarılmış, mavi boncuklu sırma iple bağlanmış akîde şekerleri... Her birinin üzerlerine iliştirilmiş süslü kağıtta ise bir mektep ilahisinden alınan şu beyitler yazıyordu:
“Yâ İlahî başlayalım ism-i bismillah ile
Bu duaya el açalım ism-i bismillah ile

Sen kabul eyle duamız besmele hürmetine
İlmini eyle müyesser yâ ilâhe’l-âlemîn

Ol Muhammed hürmetine medet eyle yâ Mu’în
İlmini eyle müyesser yâ ilâhe’l-âlemîn

Kapına geldik niyaza yâ ilâhe’l-âlemîn
Eyleyip mansur muzaffer kullarına yâ Mu’în”

*Yazının içeriğinde yer alan “bed-i besmele merasimi” ve “mahalle mektepleri” ile ilgili teknik bilgiler, bu konudaki en temel kaynaklardan istifade ile yazılmıştır. Bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, I, s. 91-96; Ali Birinci, "Mahalle Mektebine Başlama Merasimi ve Mektep İlahileri", II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1982, IV, s. 37-57; İsmail Kara-Ali Birinci, Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri, İstanbul 2005.

Kaynak: DİN ve HAYAT DERGİSİ Sayı: 31 Yıl: 2017

2126 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi18
Bugün Toplam2038
Toplam Ziyaret4728605
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI