• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Sağlık: En Büyük Nimet

SAĞLIK

Halife Hz. Ömer, hicretin on yedinci senesi Rebîülâhir ayında tebaasının durumunu teftiş etmek üzere Şam bölgesine yani günümüzde Filistin, Ürdün ve Suriye'yi kapsayan geniş bölgeye doğru yola çıkmıştı. Beraberinde sahâbeden bir grup da vardı.1 

Hâlen Ürdün sınırları içinde yer alan Yermük yakınlarındaki Serğ köyüne vardığı zaman ordu komutanları Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve o bölgede veba salgını olduğunu haber verdiler. Hz. Ömer konuyu ashâb ile istişare etmeye karar verdi. İlk olarak muhacir sahâbîlerle görüştü. Bu grup oraya girmek veya geri dönmek hususunda anlaşmazlığa düştüler.

Bazıları, “Bir iş için çıkmışsın, artık o işten geri dönmeni doğru bulmayız.” derken, bir kısmı da “Beraberinde Resûlullah'ın arkadaşları ve diğer birçok insan var, bunca insanı böylesi bir vebanın üzerine götürmeni doğru bulmayız.” dediler. Ardından ensarla görüştü. Onlar da muhacirler gibi Şam bölgesine girip girmeme konusunda ikiye ayrıldılar.

Bunlardan sonra Hz. Ömer, Mekke'nin fethinden sonra Medine'ye hicret eden Kureyş yaşlılarından mevcut olanları çağırdı. Çağrılan son istişare grubundan hiç kimse muhalefet etmeden Hz. Ömer'e ittifakla, “İnsanları geriye döndürmeni ve halkı bu veba tehlikesine atmamanın doğru olduğunu düşünüyoruz.” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, insanlara şöyle bir duyuru yaptırdı:

“Ben sabahleyin bineğime binip geri döneceğim, siz de buna göre sabaha hazırlığınızı yapın!” Bunun üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh Hz. Ömer'e,

أَفِرَارًا مِنْ قَدَرِ اللَّهِ

“Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi.

Hz. Ömer,

لَوْ غَيْرُكَ قَالَهَا يَا أَبَا عُبَيْدَةَ ، نَعَمْ نَفِرُّ مِنْ قَدَرِ اللَّهِ إِلَى قَدَرِ اللَّهِ ، أَرَأَيْتَ لَوْ كَانَ لَكَ إِبِلٌ هَبَطَتْ وَادِيًا لَهُ عُدْوَتَانِ ، إِحْدَاهُمَا خَصِبَةٌ ، وَالأُخْرَى جَدْبَةٌ ، أَلَيْسَ إِنْ رَعَيْتَ الْخَصْبَةَ رَعَيْتَهَا بِقَدَرِ اللَّهِ ، وَإِنْ رَعَيْتَ الْجَدْبَةَ رَعَيْتَهَا بِقَدَرِ اللَّهِ

“Keşke bunu senden başkası söyleseydi! Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz. Söyle bakalım; şayet senin develerin olsa, iki yamacı olan bir vadiye otlatmak için indirsen, o yamaçlardan biri yeşillik, diğeri ise çorak olsa, sen develeri yeşillik yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, otsuz yerde de gütsen yine Allah'ın kaderi ile gütmüş olmaz mısın?” dedi.

Büyük komutan bu söz üzerine ikna oldu. Geniş kapsamlı istişare esnasında bilgin sahâbîlerden Abdurrahman b. Avf çıkageldi ve “Bu hususta Allah Resûlü'nün şöyle buyurduğunu duymuştum: 

 إِذَا سَمِعْتُمْ بِهِ بِأَرْضٍ فَلاَ تَقْدَمُوا عَلَيْهِ ، وَإِذَا وَقَعَ بِأَرْضٍ وَأَنْتُمْ بِهَا فَلاَ تَخْرُجُوا فِرَارًا مِنْهُ 

'Bu hastalığın bir yerde çıktığını işittiğiniz zaman oraya girmeyiniz. Hastalık sizin bulunduğunuz yerde çıkmış ise ondan kaçmak için sakın oradan dışarı çıkmayınız!' ” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Allah'a hamdetti, sonra Şam bölgesine girmeden geri döndü.1

Peygamber Efendimiz ve sahâbenin olağanüstü durumlarda sağlık için aldıkları en önemli tedbirlerden biri bu olaydan da anlaşıldığı üzere günümüzde karantina olarak bilinen yöntemdir. Kutlu Nebî (sav) bulaşıcı hastalıkların varlığını kabul ediyor ve ona karşı tedbirler alıyordu. Sahâbenin en seçkin bilginlerinin böylesi bir konuda sağlığı korumanın diğer kamu yararlarından daha önce geldiğinde ve kader inancına aykırı olmadığında görüş birliğine varmaları dikkate değerdi.

Hz. Peygamber'in hastalığı bulaştıracağına inanılan cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçmayı emretmiş olması3 ve o dönemde bilinen cüzzam ve diğer bütün kötü hastalıklardan Allah'a sığınması da4 bu konudaki hassasiyetine işaret etmekteydi. Tedbir olarak hastalıklı bölgeye girilmemesini ve kimsenin o bölgeden dışarıya çıkmamasını tavsiye eden Hz. Peygamber bazen de hastalarla teması kesiyordu.

Meselâ, bir defasında cüzzamlı bir kişi ile biatleşmesini sözle yapmış,5 bulaşma ihtimalini dikkate alarak beden temasını uygun görmemişti. Ancak bir başka cüzzamlının elini tutarak yemeği kendisiyle birlikte yemesini sağlamış ve 

 كُلْ بِسْمِ اللَّهِ ثِقَةً بِاللَّهِ وَتَوَكُّلاً عَلَيْهِ 

“Allah'ın adıyla, Allah'a güvenerek ye!”2 buyurmuştu.

Bu farklı uygulamaların arkasında yatan sebep tam olarak bilinmemekle birlikte, şartları ve muhatapları yakından bilen Hz. Peygamber'in hastalığın bulaşmasına karşı alınması gereken tedbir ile hastayı dışlamama arasındaki hassas dengeyi kurmuş olduğu muhakkaktır.7 Kaldı ki Allah Resûlü'nün misafirin eline dokunması, ona hastalığı kapacak kadar uzun süre dokunduğu veya aynı kaptan yemek yediği anlamına da gelmiyordu.8

Yine insan sağlığını bulaşıcı hastalıklardan koruma bağlamında Hz. Peygamber, özellikle ağızdan çıkan tükürük zerrecikleri ve balgama karşı aldığı tedbirlerle belli bir eğitim ve disiplin sağlamıştı.9 Nitekim kendisi de aksıracağı zaman ya eliyle ya da elbisesiyle yüzünü kapatarak10 ağzından çıkan zerreciklerin etrafa dağılmasını önlemeye çalışırdı.

Ancak o dönemde yaygın olan kanaate göre, bulaşıcı olsun olmasın bütün hastalıkların kaynağı cin, büyü gibi tabiatüstü güçlerdi. Bir gün Peygamber Efendimiz bu anlayışı düzeltmek için ashâbına hitaben, 

لاَ عَدْوَى وَلاَ هَامَةَ وَلاَ نَوْءَ وَلاَ صَفَرَ 

“Hastalıklar mutlaka bulaşır diye bir kayıt yoktur. Ölüler intikamları alınsın diye kabirleri başında baykuş kılığında beklemez. Yıldızlar yağmur yağdırma kudretinde değildir ve hastalıklarınızın sebebi karınlarınızın içinde peyda olduğunu düşündüğünüz yılanlar değildir.” buyurdu.

Ancak sözün maksadını bilemeyen bir bedevî ayağa kalkarak, “Yâ Resûlallah! O hâlde develere ne oluyor ki kumda geyik gibi (sağlam dolaşır) iken uyuzlu bir deve gelip aralarına giriyor ve hepsine uyuz hastalığını bulaştırıyor?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Ya birinciye kim bulaştırdı?” buyurdu.3

Bu söyleşiden de anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber, bulaşıcı hastalığın varlığını değil câhiliye zihniyetinden kaynaklanan yanlış inanışı reddetmişti. Allah Resûlü her şeyi yaratan Yüce Allah'ın bir hikmete binaen hastalıkları da yarattığını ve her şeyin O'nun bilgisi dâhilinde gerçekleştiğini ifade ediyordu. Çünkü hastalık her ne kadar bulaşıcı da olsa onun bir başlangıcı vardır ve bu başlangıcı yaratan da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Böylece Kutlu Nebî, görünen ve yaşanan hastalığın bulaşma gerçekliğini değil, bulaşmanın sebebine ilişkin müşriklerin taşıdıkları inancı nefyettiğini bildiriyordu.

Sağlığı korumanın diğer önemli bir yolu da temizlikti. Bunun için beden ve çevre temizliği önemli idi. Bu bağlamda namaz için abdest ve boy abdesti almak ibadet olmakla beraber insanın temiz kalmasının en önemli vesileleriydi. Bunlara ilâveten Hz. Peygamber bütün müminlerden düzenli olarak beden temizliği yapmalarını isteyerek13 bütün yönleriyle sağlıklı bir toplum oluşturmayı hedeflemişti.

Çevre temizliği bağlamında Efendimizin, 

نَظِّفُوا أَفْنِيَتَكُمْ 

“Evlerinizin önünü ve civarını temiz tutunuz.”4 ve

وَيُمِيطُ الْأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ صَدَقَةٌ

“Rahatsızlık veren şeyi yoldan kaldırmak, sadakadır.”5 buyurması, bazen bizâtihi mescidi temizleyerek16 bunu uygulaması, 

اِتَّقُوا الْمَلاَعِنَ الثَّلاَثَ الْبَرَازَ فِى الْمَوَارِدِ وَقَارِعَةِ الطَّرِيقِ وَالظِّلِّ 

“Lânete sebep olan şu üç şeyi yapmaktan; su kaynaklarına, yol ortasına ve gölgelik yerlere abdest bozmaktan sakınınız.”6 buyurması, bu konuya verdiği önemi göstermektedir.

Yiyecek ve içeceklerin temiz olması da sağlık açısından önemli idi. Allah Resûlü'nün yiyecek ve içecek kaplarının taşınması esnasında üzerlerinin örtülmesini emretmesi,18 su saklama kaplarının kapalı tutulmasını istemesi,19 özellikle temiz sulardan içmeye özen göstermesi,20 temizliğin en temel unsuru olan suyu insanlara ulaştırmaya teşvik etmesi21 bu yönde aldığı bazı tedbirlerdir.

Düzenli beslenme de sağlığı korumanın en önemli şartlarındandı. Bu bağlamda Kutlu Nebî az yemek yemenin, mideyi yormamanın sağlığı koruma açısından önemli olduğunu vurgulamak için şöyle buyurmuştur: 

 مَا مَلأَ آدَمِىٌّ وِعَاءً شَرًّا مِنْ بَطْنٍ بِحَسْبِ ابْنِ آدَمَ أُكُلاَتٌ يُقِمْنَ صُلْبَهُ فَإِنْ كَانَ لاَ مَحَالَةَ فَثُلُثٌ لِطَعَامِهِ وَثُلُثٌ لِشَرَابِهِ وَثُلُثٌ لِنَفَسِهِ 

“Âdemoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Halbuki birkaç lokma âdemoğlunun belini doğrultmaya yeter. Eğer mutlaka bu miktarı geçecekse, midesinin üçte biri yemeğe, üçte biri içeceğe ve diğer üçte biri de (boş kalarak) nefes alıp vermeye ayrılmış olsun.”7

Benzer bir şekilde iyileşme sürecindeki hastalara da ağır yemekler yerine hafif gıdalarla beslenmelerini tavsiye etmiştir.23

Allah Resûlü'nün sağlığı korumak için diğer bir tavsiyesi de dinlenmeye ve uyumaya teşvik etmesiydi. Uyku hem beden hem ruh sağlığı açısından temel insanî ihtiyaçlardandır. Hz. Peygamber de, kendi hayat tarzını örnek göstererek geceyi hiç uyumadan ibadetle geçirmek isteyenlerin uygulamalarını hoş karşılamamıştır.24 

Düzenli olmayı tavsiye eden Hz. Peygamber, yatsı namazından önce uyumayı, namazdan sonra da sohbet ederek oturmayı hoş görmemiştir.25 Kendisi ise ilim meclisleri ve ihtiyaç duyulan çeşitli konularda müzakere için uyanık kaldığı zamanlar hariç, gece uykusuna erkenden başlamış fakat bütün geceyi uykuda geçirmeyerek teheccüde kalkmayı da ihmal etmemeyi tavsiye etmiştir.26 

 اِسْتَعِينُوا بِالْقَيْلُولَةِ عَلَى قِيَامِ اللَّيْلِ 

“Gece ibadetine kalkmak için kaylûleden yararlanın.”8 buyuran Peygamber Efendimiz “kaylûle” diye adlandırdığı kısa gündüz uykusuyla günün yorgunluğunu üzerinden atmayı alışkanlık edinmiş, sonra günlük işlerine devam ederek28 bu hususta da örnek olmuştur.

Bu tedbirlere ilâveten Allah Resûlü sağlığın kıymeti ve önemi hususunda birçok tavsiyede bulunmuştur. Özellikle insanların sıhhatlerinin kıymetini takdir etmeleri anlamında, 

نِعْمَتَانِ مَغْبُونٌ فِيهِمَا كَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ ، الصِّحَّةُ وَالْفَرَاغُ 

“İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.”9 buyurmuş, hastalık gelmeden önce sağlığın kıymetini bilmek gerektiğini söylemiştir.30 

Bu bağlamda, 

 بَادِرُوا بِالْأَعْمَالِ سَبْعًا هَلْ تَنْظُرُونَ إِلاَّ فَقْرًا مُنْسِيًا أَوْ غِنًى مُطْغِيًا أَوْ مَرَضًا مُفْسِدًا أَوْ هَرَمًا مُفَنِّدًا أَوْ مَوْتًا مُجْهِزًا أَوِ الدَّجَّالَ فَشَرُّ غَائِبٍ يُنْتَظَرُ أَوِ السَّاعَةَ فَالسَّاعَةُ أَدْهَى وَأَمَرُّ 

“Yedi şey gelmeden önce (salih) ameller işlemede acele edin! Ne bekliyorsunuz? Her şeyi unutturan yoksulluğu mu, azdırıp saptıran zenginliği mi, sıhhati bozan hastalığı mı, bunaklaştıran ihtiyarlığı mı, ansızın geliveren ölümü mü, beklenenlerin en şerlisi olan Deccâl'i mi? Yoksa kıyameti mi? Ki kıyamet (hepsinden) daha dehşetli ve daha acıdır.”10 şeklindeki nebevî uyarı son derece dikkat çekicidir.

Resûl-i Ekrem, 

 مَا سُئِلَ اللَّهُ شَيْئًا أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ أَنْ يُسْأَلَ الْعَافِيَةَ 

“Allah'tan, afiyet istenmesinden daha çok hoşuna giden bir şey istenmemiştir.”11 buyurmuş, sağlık ve afiyet hususundaki talebini dualarına da yansıtmıştır. Meselâ bunlardan birisi, 

اَللَّهُمَّ عَافِنِى فِى بَدَنِى اَللَّهُمَّ عَافِنِى فِى سَمْعِى اَللَّهُمَّ عَافِنِى فِى بَصَرِى

“Allah'ım, bedenimi, gözlerimi ve kulaklarımı koru!”12 şeklindeki duasıdır.

Arka arkaya üç gün duanın en faziletlisini soran bir kişiye de cevap olarak, 

 سَلْ رَبَّكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ فِى الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ 

“Rabbinden dünya ve âhirette lütuf ve afiyet iste.” buyurmuş ve eklemiştir:

 فَإِذَا أُعْطِيتَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ فِى الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَقَدْ أَفْلَحْتَ 

“Bu iki değere sahip olduğunda dünya ve âhirette kurtuluşa erersin.”13

Hz. Peygamber, Müslüman olanlardan bazılarına, önce namaz kılmayı, ardından da şu duayı öğretirdi: 

 اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لِى وَارْحَمْنِى وَاهْدِنِى وَعَافِنِى وَارْزُقْنِى 

“Allah'ım, beni bağışla, bana merhamet eyle, beni dosdoğru yola ilet, bana sıhhat ver ve beni rızıklandır!”14

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da hastalık için sağlıktan vakit ayırmayı yani sağlıklı iken hastalanabileceğini düşünerek sıhhatli ânı değerlendirmeyi, ölüm için de hayatta iken hazırlık yapmayı tavsiye etmiştir.36 Hz. Peygamber söz konusu hassas dengenin özünü, bir oturmada zenginlik hakkında yapılan yoğun tartışmalar üzerine şu sözleriyle açıklamıştır: 

لَا بَأْسَ بِالْغِنَى لِمَنْ اتَّقَى اللهَ، وَالصِّحَّةُ لِمَنْ اتَّقَى اللهَ خَيْرٌ مِنَ الْغِنَى، وَطِيبُ النَّفْسِ مِنَ النِّعَمِ

“Takva sahibi bir kimse için zenginliğin sakıncası yoktur. Ama takvalı kimse için sağlık, zenginlikten; gönül hoşnutluğu da diğer nimetlerden daha hayırlıdır.”15

Allah'tan sağlık ve afiyet istemek güzel bir davranış olduğu gibi verilen bu nimetler için şükrederek hastalık ve musibet anlarında sabır göstermek de yapılması gereken bir davranıştır. Çünkü şükretmek, Allah'a inanmanın bir gereği olduğu gibi38 verilen nimetin devamı için de önemlidir.39

Kutlu Nebî'nin öğretisinde insanın her anında sağlık ve afiyet yönünde çaba göstermesi esas olmakla birlikte, kişinin başa gelen hastalık ve musibetlerden dolayı isyan etmemesi ve bu durumlarda Allah'a bağlılığını ifade etmesi gereği de vurgulanmıştır. Peygamber Efendimiz sıkıntı hâlinde sabredenler için, 

فَفِي كُلِّ مَا يُصَابُ بِهِ الْمُسْلِمُ كَفَّارَةٌ، حَتَّى النَّكْبَةِ يُنْكَبُهَا، أَوِ الشَّوْكَةِ يُشَاكُهَا

“Müminin başına bir sızı veya bir meşakkat, bir hastalık, bir hüzün, hatta kendini üzen bir keder gelirse bunlar onun günahlarına kefaret olur.”16 buyurur.

Yine Hz. Peygamber, müminin şükür ve sabır hâlini şöyle anlatır: 

عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ وَلَيْسَ ذَاكَ لأَحَدٍ إِلاَّ لِلْمُؤْمِنِ إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ 

“Müminin durumu ne ilginçtir! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı gelecek olursa ona da sabreder; onun için bu da hayır olur.”17

Kur'ân-ı Kerîm'de insana sağlık ve afiyet verildiği gibi dert ve sıkıntıların da verilebileceği, bunun neticesinde bazı insanların ümitsizliğe kapılarak nankörlük gösterdikleri, bazılarının ise sabredip salih amel işlemeye devam ederek Allah'ın mağfiretine kavuşacakları belirtilmektedir.42

Peygamber Efendimiz, tarih boyunca en büyük sıkıntıların peygamberler ve salih insanlar tarafından yaşandığını haber vermiştir.43 Ancak bu durum onlarda ümitsizliğe, yılgınlığa ve isyana yol açmamıştır. Bu örnek insanların bela, musibet ve hastalıklara birer imtihan gözüyle baktıkları Kur'an'da anlatılmaktadır.

Söz gelimi Eyyûb Peygamber'in başına bir dert geldiği44 ve bu derdinden dolayı, 

اَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

Rabbim, bana zarar dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin.”18 şeklinde, şikâyet etmeden, hayâ ile dua ettiği belirtilmektedir. Rivayetlerde Hz. Eyyub'un hastalığının on sekiz yıl sürdüğü ve bu süre içinde iki kişi hariç bütün akraba ve arkadaşlarının onu terk ettiği anlatılmaktadır.46 Onun hastalıklara karşı sabır ve metanetini Allah Teâlâ şöyle övmektedir: 

اِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ اِنَّهُ اَوَّابٌ 

Biz onu sabredici bulduk. Ne iyi kuldu o! Gerçekten Allah'a yönelirdi.”19 Yine Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Eyyub'a mükâfat olarak şifa verilip dertlerinden arındırıldığı haber verilmektedir.48

Allah, ölümle sonuçlanan hastalıklara yakalananlara da kendi katında büyük mükâfat verecektir. Nitekim hadislerde doğum esnasında vefat eden kadınların, boğulanların, yananların,49 karın ağrısından ve vebadan ölenlerin50 şehit mertebesinde olacakları bildirilmiştir. Bu açıdan bakıldığı takdirde hastalıklara karşı Allah'a isyan etmenin, “Benim günahım neydi?” diye sızlanarak şikâyet etmenin asıl hastalık ve musibet olduğu anlaşılabilir.

Bunun için insanlar, sağlık ve afiyetin değerini bilerek hareket etmeliler, hastalığın da Allah'ın bir imtihanı olduğunu unutmamalıdırlar. Herhangi bir hastalığa yakalandıklarında müminler, 

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ

“Her hâlükârda Allah'a hamdolsun!”20 diyerek Kutlu Nebî'ye tâbi olacaklardır.

Mümin, diliyle Rabbine şükrettiği gibi eylemleriyle de şükretmesini bilmelidir. Peygamber Efendimiz şükrün yanı sıra musibetlerden korunmak için sadaka vermeyi de tavsiye etmiş, hatta her eklem için sadaka verilmesi gerektiğini belirtmiştir.52 Bu hususta Resûlullah'ın tavsiyesi gayet özlüdür: 

دَاوُوا مَرْضَاكُمْ بِالصَّدَقَةِ ،

“Hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz.”21

Nebevî tıp, insanın ruh ve bedenden meydana geldiğini kabul eden bakış açısından hareketle, hastalıkları maddî ve mânevî olarak ikiye ayırarak ruhî hastalıklara karşı da koruma tedbirleri alınması için çeşitli tavsiyeler ve uygulamalar göstermektedir. Ruhî tedbirlerin birincisi Allah'ı her an kalbinde ve yanında hissetme duygusu olan iman, ikincisi ise Yaratıcı'yla kolaylıkla kurulabilen iletişim anlamına gelen duadır.

İman, insanın Yaratıcı ile olan bağı olduğu için kişinin sıkıntılara karşı dirençli olmasını sağlar ve onun ruhî boşluğa düşmesine mani olur. Bu anlamda Peygamber Efendimiz, iman edenleri dert ve hastalık durumunda yıkılıp kırılmayan yeşil ekine, inkâr edenleri de sert bir rüzgâr karşısında kökünden devrilen bir ağaca benzeterek54 imanın insanı güçlü kılan etkisine işaret etmiştir. Dua, insana direnç ve kuvvet vermektedir. Çünkü dua, insan ruhunu beslemekte, ona güven, metanet ve azim aşılamakta, onu güçlendirmektedir.

İnsan sağlığı ancak tüm boyutlarıyla önlem alındığı takdirde korunabilir. Aksi takdirde bedenini temiz tutan bir insan, temiz bir çevre veya temiz su içme imkânı bulamıyorsa sağlığını istenilen şekilde koruyamaz. Gıda ve beslenmesinde temizliğe dikkat ettiği hâlde alkollü içecekler, sigara ve uyuşturucu gibi maddeler kullanıyorsa yine sağlıklı olması mümkün değildir.

Bütün bu imkânlara sahip oldukları hâlde, gerilim altında bunalıma düşme gibi daha çok asabi sorunlarla boğuşan insanların da sağlıklı olmaları düşünülemez. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz sağlığın muhafazası bağlamında doğru beslenmenin yanı sıra bedensel, çevresel ve ruhsal açılardan da birçok tedbirin alınmasını tavsiye etmiş, sağlıklı bireylerden oluşan sağlıklı bir toplum arzulamıştır. Zira onun bizlere ifade buyurduğu üzere, 

 مَنْ أَصْبَحَ مِنْكُمْ آمِنًا فِى سِرْبِهِ مُعَافًى فِى جَسَدِهِ عِنْدَهُ قُوتُ يَوْمِهِ فَكَأَنَّمَا حِيزَتْ لَهُ الدُّنْيَا 

“Sizden kim huzuru yerinde, bedeni sağlıklı ve günlük yiyeceği de yanında olarak güne başlarsa, sanki dünya nimetleri ona verilmiş gibidir.”22

1 Buhârî, Tıb, 30; hadis no: 5729.

2 Tirmizî, Et’ıme, 19. hadis no: 1817.

3 Müslim, Selâm, 101.

4 Tirmizî, Edeb, 41. hadis no: 2799.

5 Buhârî, Cihâd, 128. hadis no: 2989

6 Ebû Dâvûd, Tahâret, 14. hadis no: 26

7 Tirmizî, Zühd, 47. hadis no: 2380

8 İbn Mâce, Sıyâm, 22, hadis no: 1693.

9 Buhârî, Rikâk, 1, hadis no: 6412.

10 Tirmizî, Zühd, 3, hadis no: 2306.

11 Tirmizî, Deavât, 84, hadis no: 3515.

12 Ebû Dâvûd, Edeb, 101, hadis no: 5090.

13 İbn Mâce, Dua, 5, hadis no: 3848.

14 Müslim, Zikir, 35.

15 İbn Hanbel, V, 372, hadis no: 23158.

16 Müslim, Birr, 52.

17 Müslim, Zühd, 64

18 Enbiyâ, 21/83.

19 Sâd, 38/44.

20 İbn Mâce, Edeb, 55, hadis no: 3803.

21 Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 542, hadis no: 6689.

22 Tirmizî, Zühd, 34, hadis no: 2346.


Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam


Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi11
Bugün Toplam514
Toplam Ziyaret4760475
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI