KAFİRUN SURESİ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ:لَا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ:وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ:وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَّا عَبَدتُّمْ:وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ:لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ:
1-) “De ki: Ey küfre saplanıp kalanlar!”
2-) “Sizin taptığınıza tapmam (ve) tapmayacağım da.”
3-) “Benim taptığıma da sizler tapıcılar değilsiniz.”
4-) “Ben de (elbette) sizin taptığınıza tapıcı değilim.”
5-) “Ve sizler de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz.”
6-) “Sizin dininiz size, benim dinim de bana.”
SURENİN KAPSADIĞI BAŞLICA KONU:
Putlara ve putperestlere asla iltifat edilmemesi konu edilmekte; İslâm’ın hiçbir suretle taviz vermeyeceğine işaretle Müslümanın her zaman ve her çağda metbu olduğu ve olacağı, başkasına tâbi olmayacağı dolaylı şekilde kalp ve kafalara işlenmektedir.
İNİŞ SEBEBİ
Taberânî ve İbni Ebî Hâtim’in yaptığı rivayete göre, İbni Abbas (RA) şöyle demiştir:
“Kureyş’in ileri gelenleri, Hz. Muhammed (SAV)’e mal vermek suretiyle Mekke’deki en zengin adamdan daha zengin olmasını; kadınlarından da istediğiyle evlenmesini sağlayacaklarını ve buna karşılık Onun putlara dil uzatmamasını, onları kötü olarak anmamasını teklif ettiler. Sonra da şunu ilâve ettiler: “Eğer bu teklifimize rıza göstermezsen bari sen bizim tanrılarımıza bir yıl ibadet et!” diye ikinci bir teklifte bulundular. Bunun üzerine:
قُلْ أَفَغَيْرَ اللَّهِ تَأْمُرُونِّي أَعْبُدُ أَيُّهَاالْجَاهِلُونَ:
“De ki: Ey cahiller! Siz bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?” (ZÜMER SURESİ – 64. AYET)
Mealindeki ayet indi.
Abdurrezzak’ın Vehb’den yaptığı rivayete göre, adı geçen şöyle demiştir:
“Kureyş kâfirleri, ikinci defa Hz. Muhammed (SAV)’e dediler ki: “İster misin, biz sana bir yıl uyalım ve sen de bir yıl süreyle bizim dinimize dönersin. (Böylece) aramızdaki ihtilâf kalkmış olur.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Kâfirûn Suresi’ni indirdi.”
Ebû’l-Hasan Nişabûrî’nin tespitine göre:
“Kureyşli’lerden bir grup adam, Hz. Muhammed (SAV)’e şöyle öneride bulundu : “Ya Muhammed! Haydi, gel de bizim dinimize uy, biz de senin dinine uyalım; sen bizim ilâhlarımıza ibadet et, biz de senin ilâhına ibadet edelim ve bunu bir yıl süreyle devam ettirelim. Eğer senin getirdiğin din bizim dinimizden hayırlı ise, o takdirde o hayırda sana ortak oluruz da ondan nasibimizi alırız. Yok, bizim dinimiz seninkinden hayırlı ise, o takdirde sen o hayırda bize ortak olur ve nasibini almış olursun.” Bu son derece cahilce öneriye, Hz. Muhammed (SAV) şu cevabı verdi: “Başkasını Allah’a ortak koşmaktan yine Allah’a sığınırım.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Kâfirûn Suresi’ni indirdi.
İLGİLİ HADİSLER
Müslim’in yaptığı rivayete göre, Cabir (RA) şöyle demiştir:
“Rasülullah (SAV) Efendimiz bu sureyi ve Kul Huvallahu Ahad suresini tavafın iki rek’âtinde okudu.”
Yine Müslim’in yaptığı rivayete göre, Ebû Hüreyre (RA) diyor ki:
“Rasülullah (SAV) Efendimiz, Kâfirûn Suresi’yle İhlâs Suresi’ni sabahın iki rekâtında okudu.”
İmam Ahmed’in rivayet ettiği ve Tirmizî’nin hasenlediği hadiste, İbni Ömer (RA) diyor ki:
“Rasülullah (SAV) Efendimiz sabahın iki rekât sünnetinde Kâfirûn Suresi’yle İhlâs Suresi’ni yirmi küsur defa okudu veya on küsur defa okudu.”
Hâkim’in tahrîc edip sah inlediği rivayette Ubeyy b. Kâb (RA) diyor ki:
“Rasülullah (SAV) Efendimiz, vitir namazını (Sebbih isme Rabbike, Kul Ya Eyyuhe'l-Kâfîrûn ve Kul Huvallahu Ahad ile kıldı.”
Taberânî’nin el-Evsat’da İbni Ömer (RA)’dan yaptığı rivayete göre, Rasülullah (SAV) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kul Huvallahu Ahad Suresi Kur’ân’ın üçte birine; Kul Ya Eyyühe’l-Kâfirûn Suresi Kur’ân’ın dörtte birine muadildir (denk gelir).”
Nitekim Rasülullah (A.S.) sabahın iki rekât (sünnetinde) bu iki sureyi okurdu.
Taberânî’nin es-Sağîr’de, Beyhakî’nin Eş-Şa’b’de yaptığı rivayete göre, Sa’d b. Ebî Vakkas (RA), Rasülullah (SAV)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Kim Kul Ya Eyyühe’l Kâfirûn Suresini okursa, Kur’ân’ın dörtte birini okumuş olur.”
İmam Ahmed’in yaptığı rivayete göre: Peygamberimiz (SAV)’e erişen bir şeyh şöyle demiştir: “Rasülullah (SAV)’le beraber bir sefere çıktım. Kul Ya Eyyühel Kâfirûn Suresini okuyan bir adama uğradı ve bunun üzerine şöyle buyurdu: “Şu adam cidden şirkten beri olmuştur.” Bir diğer adam ise, Kul Huvallahu Ahad Suresini okuyordu. Rasülullah (SAV) onun için de şöyle buyurdu: “Bununla Cennet ona vacip oldu.” Bir diğer rivayette: “Bu adamın günahları bağışlandı.”
Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizi, Nesâî ve Hâkim’in sahihleyip yaptığı rivayete göre, Muâviye el-Eşcaî’nin babası, Hz. Peygamber (SAV)’e gelerek şöyle demiştir: “Ya Rasülallah! Döşeğime gelip uyumak istediğimde ne söyleyeceğimi bana öğret.” Efendimiz (SAV) ona şöyle buyurmuştur: “Kul Ya Eyyühe’l-Kâfirûn Suresi’ni okuduktan sonra uyu. Çünkü gerçekten bu sure şirkten beraattır.”
Ebû Ya’lâ ile Taberânî’nin İbni Abbas (RA)’dan yaptığı rivayete göre, Rasülullah (SAV) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Okuduğunuz zaman sizi Allah’a ortak koşmaktan kurtaracak bir kelimeyi göstereyim mi? Uyuyacağınız zaman Kul Ya Eyyühe’l-Kâfirûn Suresini okuyunuz.”
İbni Merduye’nin Zeyd b. Erkam’dan (RA) yaptığı rivayete göre, Rasülullah (SAV) Efendimiz buyurdu ki:
“Kim Kul Ya Eyyühe’l-Kâfirûn ile Kul Huvallahu Ahad süreleriyle Allah’a kavuşursa, onun üzerine hesap yoktur.”
BÜTÜN KÂFİRLERE HİTAP
“De ki: Ey küfre saplanıp kalanlar!”
Küfrün delâlet ettiği mana çok açık ve nettir. SÖZLÜK OLARAK: “Gizlemek, örtmek” demektir. Bu manayla nankör kâfir hakkı gizleyip örtmekte olduğundan kendisine bu sıfat verilmiştir.
ŞER’İ TERİM OLARAK KÂFİR, Allah’ın varlığını veya birliğini veya son peygamberle gönderdiği esaslardan ve sarih hükümlerden birini veya tamamını ret ve inkâr eden kimseye sıfat olarak gelmektedir.
O bakımdan küfür dört kısımda düşünülmüştür:
1-) KÜFR-Ü İNKÂRI:
Bu, Cenâb-ı Hakk’ı hiçbir suretle bilmeyip O’nun varlığını ve birliğini ikrar ve itiraf etmemektir.
2-) KÜFR-Ü CUHÛDÎ:
Bu, hakkı kalp ile bilip dil ile ikrar etmemek ve zahirî inkârda ısrar etmektir. İblis’in küfrü bu kısma girer.
3-) KÜFR-Ü İRADÎ:
Bu, hakkı kalp ile bilmek ve dil ikrar etmek ve buna rağmen kin ve haset duygusunun, aynı zamanda bencilliğin galip gelmesinden dolayı İslâm’a girmekten kaçınmaktır.
Diğer bir tarifle, “Hakikati bilip ikrar etmek, ama onu kabulden kaçınmaktır.”
Ebû Tâlib’in küfrü buna misal teşkil eder.
4-) KÜFR-İ NİFAKI:
Bu, hak ve hakikati dil ile ikrar edip kalben ona inanmamaktır. Münafıkların küfrü bu kabildendir.
Böylece İslâm’a göre, dinî esaslardan ve sarih hükümlerden birini ret ve inkâr edene, meselâ Allah’a ortak koşana, Hz. Muhammed (SAV)’i peygamber kabul etmeyene veya O’nu küçük düşürmeğe yeltenene; Hz. Muhammed (SAV)’i sadece akıllı ve zeki bir adam sayıp ilâhî vahye mazhar olmadığını iddia edene; nass ile sabit olan ilâhî hükümlerden birini kabul etmeyene; helâli haram, haramı da helâl sayana “KÂFİR” denilir.
O bakımdan surenin başında “EY KÂFİRLER!” nidası, sadece Kureyş müşriklerini veya Arap Yarımadası’ndaki inkârcı sapıkları değil, kıyamete kadar ortaya çıkacak olan her inkârcı nankörü; İslâmî esasları reddeden her münkiri; Allah’a ortak koşan her müşriki kapsamaktadır.
SERT BİR HİTAP
“EY KÂFİRLER!” veya bizim verdiğimiz meale göre, “EY KÜFRE SAPLANIP KALANLAR!” hitabı oldukça serttir. Kur’ân’da bu tarz ağır bir seslenme çok nadirdir. Çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilen Son Peygamber Hz. Muhammed (SAV) şefkat, merhamet, hoşgörü, nezaket ve nezahetin doruğunda bulunuyordu. Ancak ilâhî hakikatleri ret ve inkâr edip İslâm’a kin ve düşmanlık zehrini kusanlara karşı O bu sıfatlarının çizgisini biraz aşarak sertleşmekten kaçınmamıştır. Hem O, görevli bir peygamberdir. Allah’tan indirileni aynen tebliğ etmekle yükümlü bulunuyordu. O bakımdan Hakk’ı ve hakikati ret ve tahrif edenlere böylesine sert bir seslenişte bulunması normal kabul edilir.
Ancak bu seslenişin taşıdığı bir başka hüküm de söz konusudur. O da, İslâm’a göre, küfür ehlinin tek millet sayılmasıdır. İnkârcı nankör ister dinî esas ve hükümlerden birini ret ve inkâr etsin, ister bir kişiyi ilâhlaştırsın, isterse Allah’ı bilmekle beraber putları şefaatçi kabul etsin fark etmez.
Nitekim Mekkeli müşriklerin çoğu Allah’ın varlığını kaba çizgileriyle az-çok biliyor ve kabul ediyorlardı. Ama tapındıkları putları kendilerini Allah’a yaklaştıran ortaklar ve şefaatçiler olarak umuyorlardı. Buna rağmen Kâfirûn Suresi’nin baş kısmındaki kâfirlere hitabın ilk muhatabı onlar idi. Hıristiyanlar da Allah’ın varlığına inanıyor, ama Tevhîd İnancı’na ters düşen yeni bir inanç sistemi (üç ilâh iddiası) ortaya atıyorlar. O bakımdan onlar da bu yönleriyle sözü edilen hitabın kapsamında bulunuyor.
İSLÂM HİÇBİR SİSTEME UYDURULAMAZ
“Sizin taptığınıza tapmam (ve) tapmayacağım da. Benim taptığıma da sizler tapıcılar değilsiniz.”
Bu müstesna anlatım tarzı birçok incelikleri içermektedir. Şöyle ki:
A-) Geleceği olumsuz kılan “L” edatıyla gelen “A’BUDÜ”, İslâm'ın kıyamete kadar tazeliğini koruyarak ibadet ve dindarlığın, ilâhî düzenlemeye göre yaşamanın kâmil ve mükemmel ölçüsünü getirmiştir. Hükümleri kusursuz, sistemi emsalsizdir. O bu özelliğiyle insan kalbini ve kafasını hakikatle doldurmakla kalmaz, dosdoğru uygulandığı takdirde fert, aile, toplum ve ülkeleri huzur, güven, denge ve düzene kavuşturur. Aklı eren insanların özlemini duyup da bir türlü erişemediği gerçek mutluluğun bütün esas ve prensiplerini beraberinde taşır.
Onun için başta Rasülullah (SAV) Efendimiz olmak üzere, hiçbir mümin Allah’a ibadette ve Allah adına yeryüzünde faaliyet göstermekte ve Kur’ân’a göre yaşamakta başka hiçbir sisteme ihtiyaç duymaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da formüle ettiği hayat düzeni, O’nun sıfatları kadar kusursuz ve mükemmeldir.
Günümüzde kapitalizmin ve sosyalizmin kurbanı olup boğazlarına kadar faize gömülen bazı kısır ve sığ bilgili Müslümanların bu Yahudi sistemini mubah sayıp İslâm’ı bu konuda yabancı, aynı zamanda sömürücü bir sisteme uydurmaya çalışma gayretleri çok üzücü ve düşündürücüdür. Oysa İslâm kendine has, insanların hayrına yönelik bütün esas ve prensipleriyle ilâhîdir. O bakımdan onun hükümlerinde istediğimiz gibi tasarrufta bulunma hakkına sahip değiliz. Onun, indirildiği gibi korunduğu ve her hükmü yine Onun bütünlüğü içinde değerlendirildiği takdirde hikmet ve anlamı, amaç ve gayesi anlaşılabilir. Zedelendiği hükümleri başka sistemlere uydurulduğu zaman ilâhî olma hüviyetini kaybeder.
Bunun için Cenâb-ı Hak önce Rasülü (SAV)’e, sonra da her mümine şu emir ve mesajı vermektedir:
“De ki: Ey küfre saplanıp kalanlar! Sizin taptığınıza tapmam ve tapmayacağım da.”
Böylece Allah'ın insanlığa en büyük armağanı olan İslâm Dini her bölüm ve hükmüyle, her esas ve prensibiyle bölünmez bir bütünlük arz eder. Onun bir kısım hükümlerini beğenip bir kısmını beğenmemek tümünü beğenmemek demektir.
AYETTE “MA” EDATININ KULLANILMASI
Üslub-u ilâhînin özelliklerinden biri de, az kelimeyle çok mana ve çok hüküm ifade etmektir. O bakımdan ikinci ayette iki fiil kullanılmıştır. Birincisinin başında şimdiki zamanı ve geleceği olumsuz kılan “L” edatı, ikincisinin başına daha çok birtakım sıfatlara ve eşyaya yönelik “M” edatı konulmuştur. “L” edatıyla, hakiki bir müslümanın başka bir dine, bir inanç sistemine uymayacağı, Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceği, O'ndan başkasına ibadette bulunmayacağını belirtirken; “M” kelimesiyle, o başkasının, Allah’a başka sıfatlar yakıştırmak, Tevhîd İnancı’nı zedeler anlamda ortak koşmak suretiyle ibadet etmesinin de taklide değer olmayacağı bildirilmektedir. Zira Arapça gramere göre, “MEN” kelimesi akıl sahibi zata delâlet ederken, “M” kelimesi zata değil, onun bazı sıfatlarına, sonra da akıl sahibi olmayan eşyaya delâlet eder.
Böylece Kur’ân’da mefhum olarak “Sizin taptığınız zata tapmam, tapmayacağım” denilmiyor da, “Sizin Tevhîd Akidesi’ni zedeleyen uydurma sıfatlarla vasıflandırdığınız ve ilâh diye taptığınız eşyaya tapmam ve tapmayacağım da” deniliyor. Çünkü Allah’ın sıfatları ve isimlen tevkifidir ve ancak O’nun zat-i ulûhiyetine yakışır anlam ve muhtevadadır. Meselâ İslâm, hiçbir zaman oğlu olan ve baba sıfatını alan bir tanrı tanımaz ve öyle bir ilâha ibadete cevaz ve ruhsat vermez. Aynı zamanda bu ve benzeri inançları temelinden reddeder.
Sonra İslâm, Yahudilerin “YEHOVA” diye isimlendirdikleri bir bakıma onlarca millî bir ilâh diye vasıflandırdıkları bir ilâhı da kabul etmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, Rabbü’l Alemîn’dir. Böylece millî bir ilâha ibadete de cevaz vermez.
O bakımdan ayette mana ve mefhum olarak inkârcı nankörlere, Tevhîd Akide’sini bozan müşriklere: “Kur’ân ile vasıfları ve vasıflarının özellikleri tevhîd düzeyinde belirlenen zata sizler tapıcılar değilsiniz” denilerek asıl maksat belirlenmiş oluyor.
Ayette bir de aynı konuya delâlet eden cümleler tekrarlanmıştır. Bu cümleler üzerinde Nahiv Âlimlerinin farklı yorumları ve tespitleri vardır. Onları tefsirimize nakletmeyi yararlı görmüyoruz. Ancak tekrar eden sözler, hal (şimdiki zaman) ve istikbale (geleceğe) delâlet eden cümlelerdir. O sebeple “Ne şimdi, ne de şimdiden sonra ben sizin taptığınıza tapmam ve tapmayacağım da. Benim de taptığıma sizler tapıcılar değilsiniz. İtikadınızı İslâm’a uydurmadığınız sürece bu böyle sürüp gidecek” sonucu ortaya çıkıyor.
Bu mana ve yorumla da, Kâfirûn Suresi mensûh, yani hükmü kaldırılmış değildir. Çünkü ilim adamlarından bir kısmına göre, bu sure kısa bir zaman için mütareke anlamını ve hükmünü taşımaktadır. O bakımdan kâfirlerle savaşa delâlet eden Tevbe Suresinin beşinci ayetiyle neshedilmiş, yani hükmü kaldırılmıştır.
İslâm’ın gerçek yönünü ve hüviyetini; Müslümanın batıl inançlara, sahte tanrılara karşı tavrını ve tutumunu ortaya koyması bakımından sure çok geniş kapsamlı hükümler taşımakta ve kıyamete kadar bu hükümlerin geçerli olacağı ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle “mensûhtur” diyenlerin tefsir ve yorumu pek isabetli değildir.
Her tekrar, te’kîde, konuyu pekiştirmeye, hükmün önemine ve üzerinde dikkatle durulmaya delâlet eden bir mana esnekliği taşır. Kur’ân ve hadislerde bu gibi tekrarlara hayli yer verilmiştir. Ayrıca Arap Edebiyatı’nda da bunun benzeri cümlelere rastlamak mümkündür.
KÂFİRÛN SURESİ, KUR’ÂN’IN ÖNEMLİ BİR KISMININ ÖZETİDİR
Bu sure her yanı ve yönüyle, her mana ve hükmüyle İslâm'ın ve dosdoğru iman eden Müslümanların küfre, batıl sistemlere karşı tavrını ve kesin tutumunu belirlerken Kur'ân'da bu konuyla ilgili beyanların ve işaretlerin bir özetini vermektedir. Rasülullah (SAV)’in deyimiyle, bu sure, Kur’ân’ın dörtte birine muadildir.
O bakımdan sureyi açıklayan birçok ayetler mevcuttur. Biz sadece bilgi edinmek isteyenlere yararlı olur umuduyla dört ayetin mealini nakletmekle yetiniyoruz:
وَإِن كَذَّبُوكَ فَقُل لِّي عَمَلِي وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ أَنتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ وَأَنَاْ بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ:
“Seni yalanlıyorlarsa, de ki: “Benim işlediğim bana, sizin işlediğiniz size. Benim işlediğimle sizin ilişiğiniz yoktur; benim de sizin işlediğinizle ilişiğim yoktur.” (YUNUS SURESİ – 41. AYET)
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي شَكٍّ مِّن دِينِي فَلاَ أَعْبُدُ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ وَلَـكِنْ أَعْبُدُ اللّهَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ:
“De ki: Ey insanlar! Eğer dinimde şüphe ediyorsanız, (bilin ki) Allah’tan başka taptıklarınıza tapmam; ama ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah’a taparım ve ben müminlerden olmakla emrolundum.” (YUNUS SURESİ – 104. AYET)
وَأَنْ أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفاًوَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ:
“Ve Hanîf (batıldan uzak, Hakk’a bütünüyle yönelik olan Tevhîd İnancı üzerine Allah’ı tasdik edici) olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah’a ortak koşanlardan olma.” (YUNUS SURESİ – 105. AYET)
وَلاَ تَدْعُ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَنفَعُكَ وَلاَ يَضُرُّكَ فَإِن فَعَلْتَ فَإِنَّكَ إِذاً مِّنَ الظَّالِمِينَ:
“Sana (taptığında) yarar, (tapmadığında) zarar veremeyecek, Allah’tan başkasına ibadet etme. Eğer (böyle) yapıp (başka şeylere taparsan) o takdirde sen (kendine) zulmedenlerden olursun.” (YUNUS SURESİ – 106. AYET)
فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهاً آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ:
“Artık sen, Allah ile beraber başka bir ilâha dua edip kullukta bulunma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” (ŞUARA SURESİ – 213. AYET)
قُل لَّا تُسْأَلُونَ عَمَّا أَجْرَمْنَا وَلَا نُسْأَلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ:
“De ki: Bizim işlediğimiz suç ve günahtan siz sorumlu tutulmazsınız; sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu tutulmayız.” (SEBE SURESİ – 25. AYET)
قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُواعَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ:مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُّقِيمٌ:
“De ki: Ey milletim! Bulunduğunuz hal, kurduğunuz düzen, başvurduğunuz çare üzere yapacağınızı yapın; şüpheniz olmasın ki, ben de gerekeni yapmaya çalışıyorum. Kime rüsva edici azabın geleceğini ve üzerine devamlı azabın ineceğini ileride bilip anlayacaksınız.” (ZÜMER SURESİ – 39/40. AYETLER)
FIKHÎ YÖNÜ
“Sizin dininiz size, benim dinim de bana.”
İlim adamlarından bir kısmı bu ayetle istidlal edip küfrün tek millet olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim İmam Şafiî ve onun ekolünde yer alanlar aynı mana ve hüküm üzerinde durarak Yahudilerin Hıristiyanlara; Hıristiyanların da Yahudilere vâris olabileceğini, her ikisinin de aynı millet olduğunu belirtmişlerdir.
Rasülullah (SAV)’in, iki ayrı milletin (ayrı dine bağlı bulunanların) birbirine vâris olamayacağını belirtir anlamdaki hadisi de bu doğrultuda tefsir edilip yorumlanmıştır. O bakımdan Kitap Ehli’nin Müslümanlara, Müslümanların da onlara vâris olamayacağı kesinlik arz ederken, onların birbirlerine vâris olabileceği hakkında müçtehitlerin içtihadı vardır
.
KÂFİRÛN SÜRESİYLE NASR SURESİ ARASINDAKİ MÜNASEBET:
Kâfirûn Süresiyle, Tevhîd İnancı’na ve İslâmî esaslara ters düşen küfür ve batıl sistemlere ve o sistemleri inatla, ısrarla savunanlara karşı İslâm’ın ve Müslümanların tavrı ve tutumu net biçimde ortaya kondu. Böylece İslâmî sistemi başka sistemlere uydurma hevesine kapılanların ümitleri kırılarak Allah’ın insanlara son mesajı olan İslâm’ın indirildiği gibi kıyamete kadar korunacağı ilân edildi.
Nasr Süresiyle, İslâm’ın yakın gelecekte ilâhî nusretle teyit edilip başarıya erişeceği ve böylece Onun nurunu söndürmek isteyenlerin asla muvaffak olamayacağı; hak uğrunda fetihlerin devam edeceği müjdelenmekte ve inkârcı nankörlerin ölmeden önce Allah’ın bu mutlak saadet vaat eden davetine olumlu cevap vermeleri dolaylı şekilde istenmektedir.
KAYNAK : İLMİN IŞIĞINDA ASRIN KUR’AN TEFSİRİ CELAL YILDIRIM