• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Birlikte Yaşamanın Evrensel İlkeleri

Birlikte Yaşamanın Evrensel İlkeleri

Dr. Mustafa EREN
Yalova/Altınova Vaiz

Son yıllarda hoşgörü, entegrasyon, tanınma, diyalog ve medeniyetler ittifakı gibi kavramlar, ulusal ve uluslararası siyasette daha önceki dönemlerle mukayese edilmeyecek bir derecede gündeme gelmektedir. Bu kavramların geniş bir yelpazede başat bir söyleme dönüşmesinin çeşitli sosyopolitik sebepleri vardır. Bize göre bu saiklerin en derinlerinde yatan ana unsurlardan bir tanesi ‘birlikte yaşama’ olgusudur. Birlikte yaşama olgusu insanın varoluş şartlarından biridir. İnsanoğlu geçmişten günümüze kadar farklı tecrübelerle birlikte yaşamanın mücadelesini vermiştir. Bu açıdan bakıldığında birlikte yaşama, sosyal, siyasal ve düşünce dünyamızda yeni bir kavrammış gibi algılansa da, insanlığın sahip olduğu tarihsel tecrübe böyle bir algının doğru olmadığını gösterir. Yaşam şartları şu veya bu şekilde insanları birlikte yaşamaya zorlamıştır. Tartışılması gereken asıl konu insanların bir arada bulunmaları, aynı ortam ve mekânları paylaşmaları değil, hangi şartlarda, hangi nitelikte ve hangi değerlerle birlikte yaşamalarıdır.

Tarih farklı kültür ve medeniyetlerde, birlikte yaşamayı başarabilmiş toplumlara tanıklık etmiştir. Bizim tarihimiz bu anlamda zenginliklerle doludur. Hangi medeniyet ve dönem açısından bakarsak, onun üzerinde yaşadığımız topraklarda kök salmış kadim izlerini görürüz. Bu coğrafyadan gelip geçen medeniyet ve dinlerin her biri bir sonraki medeniyetin, sonraki inanç ve değer tablosunun zeminini oluşturmaktadır. Bütün inançlar, dinler, kültürler ve medeniyetler bu tabloda gergef gergef işlenmiştir. Bu tablonun her karesinde, ayrı bir medeniyet, ayrı bir güzellik ve zenginlikle karşılaşıyoruz.
(Ali Bardakoğlu, 21. Yüzyıl Türkiye’sinde Din ve Diyanet, I. Cilt. Der: Ömer Menekşe, DİB. Yay. 2010, 389.) Birlikte yaşama kültürünü başarmış toplumlara baktığımızda, bu toplumların öne çıkan özellikleri evrensel ahlaki değerler zemininde bilişmeleri, buluşmaları ve birleşmeleri olmuştur.

Aydınlanmanın çocukları olan modern ve seküler dünya tasavvuru, hayatın bütün kompartımanlarına öylesine nüfuz etmiştir ki, artık insanoğlu kendi kendini yok edebilecek, içinde yaşadığı dünyayı yaşanmaz hâle getirebilecek bir konuma gelmiştir. Bu süreçte, insanları kuşatan toplumsal kaos, sosyal adaletsizlik, açlık, şiddet, terör, yolsuzluk, eğitimsizlik, mezhepçilik ve meşrepçilik küresel bir olgu olarak, insanın varoluşuna ve özgürlüğüne yönelik ciddi bir tehdit unsuru olmuştur. Bugün öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, üniversiteler, gazeteler, dergiler, kitapçılar, kütüphaneler, kurumlar ve hayatımızın diğer alanları Leibniz’in monadları gibi birbirine kapalı olan iki ayrı dünyayı işgal ediyor. Birisi dinî dünya diğeri seküler dünya. Hayatın rutin akışı içerisinde bu iki dünya sanki hiç buluşmuyor gibi gözükmektedir.
(Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, Çev: Kadir Filiz, Ayrıntı Yay. İstanbul 2012, 10.) Küresel sıkışmışlığın ve açmazın patolojik bir ifadesi olan bu durum, başta uluslararası organizasyonlar olmak üzere, ulusal alana da taşınmıştır. Bu inisiyatiflerin arkasında insanoğlunun bugünkü umutları kadar, endişeleri ve korkuları da yatmaktadır. İnsanoğlu, tanışmanın, bilişmenin yollarını hem açacak, hem kapatacak, insanları birbirine hem sevdirecek hem kızdıracak, Kur’an’ın ifadesiyle “karada ve denizde kendi elleriyle yaptıklarıyla fesat çıkaracak” duruma gelmiştir. Bugün ortaya çıkabilecek bir vahşet, tarihte eşi ve benzeri görülmemiş kırılmalara, tahribatlara ve zulümlere sebep olabilir. İşte endişenin ve korkunun arkasında bu düşünceler bu ihtimaller yatmaktadır. (Mehmet S.Aydın ile İçe Kritik Bakış, Din, Felsefe, Laiklik, Der: Mehmet Gündem, İyi Adam Yay. İstanbul 1999, 170.) Dünyanın mevcut durumdan daha kötüye gitmemesi için her toplum üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeli, kendi tarihini, kültürünü, dinini, siyasetini, insan düzeneklerini, ona göre yeniden şekillendirmelidir. Her toplum, kendi kültürüne eleştirel bir gözle bakarak, birlikte yaşamayı tehdit edecek yorum ve söylemleri bir kenara bırakmalı. İnsanlık, geçmişte ve günümüzde yaşadığı dramatik durumlardan ders çıkararak birlikte yaşamanın minimal kodlarını oluşturan evrensel ahlak ilkeleri üzerinde yeniden buluşmanın yollarını aramalıdır. Bu evrensel ahlak ilkeleri her geleneğin ve kültürün derin etosunda yerleşmiş, birlikte yaşama kültürünün zeminini oluş- turmuştur. Zaten ahlak dediğimiz zaman aklımıza gelen ilk husus, insanların bir arada barış ve huzur içerisinde yaşamak için üzerinde uzlaştıkları ortak değerler anlaşılmalıdır. İnsanlığın en büyük ve en eski dinî ve ahlaki geleneklerden süzülerek günümüze kadar tevarüs eden ahlak prensiplerini dört temel talimatla özetleyebiliriz:

• Zorbalıktan uzak, bütün hayatlara saygılı bir kültürü taahhüt etmek. Kadim gelenekte “Hiç kimse öldürülmemelidir.” Hiç kimse bir başkasına maddi veya manevi olarak eziyet verme, yaralama, öldürme, hakkına sahip değildir. Hiçbir halk, devlet, ırk veya din, başka ırktan ve inançtan bir azınlığı temizleme, sürme ve eritme hakkına sahip değildir.

• Bir dayanışma kültürünü ve adil bir ekonomik düzeni taahhüt etmek. “Hırsızlık yapmamalısın.” Adil ve dürüst davranmalısın. Doyumsuz bir para, mevki ve tüketim hırsı yerine, yeniden ölçülülüğün ve alçak gönüllülüğün anlamını keşfetmeliyiz. Çünkü hırsına kapılan insan, ruhunu, özgürlüğünü, sükûnetini iç huzurunu ve böylece onu insan yapan değerleri kaybetmektedir.

• Hoşgörüye dayalı bir kültürü ve dürüstlük içinde bir hayatı taahhüt etmek. “Yalan söylememelisin.” Doğruyu söylemeli dürüst hareket etmelisin. Hiçbir kimsenin ve hiçbir kuruluşun, hiçbir devletin ve hiçbir dinî müessesenin veya dinî cemaatin, insanlara yalan söyleme hakkı yoktur.

• Hakların eşitliği kültürünü ve erkekle kadının ortaklığını taahhüt etmek. “Zinaya yaklaşmayınız.” Birbirinizi saymalı ve sevmelisiniz. Hiç kimse bir başkasını, kendi cinsi arzusunun aracı yapma, onu cinselliğe bağımlı kılma veya tutma hakkına sahip değildir.
(Hans Küng, Denkwege, Ein Lesebuch, Karl-Josef Kuschel (Hg), München 2008, 356.)

Bu dört temel prensip insanların bir arada yaşamasının ahlaki çekirdeğini oluşturmaktadır. Mesele, oldukça basit bir şekilde formüle edilen bu prensiplerin hayata nasıl ve ne şekilde geçirilmesidir. Birlikte yaşama kültürü, birey ve toplumların ahlaki gelişimiyle doğrudan ilgilidir. İnsanlar birtakım hukuksal norm ve kurallarla bir yere kadar birlikte yaşamaya çalışır. Bu hukuksal zemin ahlakla beslenmemişse birtakım sıkıntılara yol açar. Bugün hukuk ve demokrasi standartlarının yüksek olduğu ülkelerde, ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, son zamanlarda tırmanışa geçen islamofobi gibi olayların sıkça görülmesi bu anlamda tek başına hukukun yetersizliğinin bir tezahürüdür. Bu nedenle birlikte yaşamanın önündeki engelleri kaldırmak için, bu alana katkı yapabilecek bütün enstrümanlar kullanılmalıdır. Hukuk, birlikte yaşamanın normatif zeminine; ahlak, vicdani ve gönül boyutuna; eğitim, ahlaki değerlerin uygulanmasına, meleke hâline gelmesine katkı yapacaktır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; birlikte yaşama günümüz insanının varoluşsal sorunlarından biridir. Her toplum önce kendi iç dünyasında nitelikli, yüksek standartlı, insanın onur ve şerefine yakışır bir tarzda birlikte yaşamayı başarabilmelidir. Kendi sorunlarını çözememiş, iç huzuru ve barışı sağlayamamış toplumlar; küresel barışa, Kant’ın ifadesiyle “ebedî barışa” katkı yapamazlar.

Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Nisan 2015

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi16
Bugün Toplam1538
Toplam Ziyaret5009772
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI