• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Birlikte Yaşamak Dirlikte Yaşamak

Birlikte Yaşamak Dirlikte Yaşamak

Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


"Bugün hangi gerekçe ile olursa olsun sosyal bünyemizde varlığından söz edilebilecek her türlü yakınma ve sızlanmalar üstesinden gelinemeyecek şeyler olmamalı. Bu konuda sergilenen ve gelecekte sergilenecek olan her türlü girişim başarı yolunda desteklenmeyi hak ediyor. "

Toplumsal ve bireysel alanda farklı kişilik ve kültürlerin çatışmadan uzak, karşılıklı saygı ve destek ruhu içinde aynı mekânı, aynı coğrafyayı paylaşarak varlıklarını sürdürmelerini “birlikte yaşamak” diye ifade ediyoruz. Türkçemizdeki “dirlik etmek” ile örtüşen bir anlatım bu.

Toplumsal hayatı paylaşan bireyler olarak birbirimize sayısız ihtiyaç kanalları ile bağlıyız. “Yalnız taş duvar olmaz” atasözümüz bunu ifade ediyor. Ne var ki birey olarak herkesin kendine has bir dünyası da vardır ve herkes kendi dünyasında dilediğini bağımsız ve tek yetkili olarak yapabilmek ister. İşte bireyler arası ilişkilerde ortaya çıkan karşı oluş ve zıtlık  hâli buraya dayanır. Sağlıklı bir birlikte hayat herkesin kendini ifade etme imkânını bulmasına bağlıdır. Bu, aileden başlayıp, iş ve toplum hayatına, kültürel katmanlara kadar her alanda işletilmesi gereken bir ilkedir. Kendini ifade edemeyen kişi bir şekilde bizleri varlığından haberdar eder; ama bu çok kere sağlıklı bir yolla olmaz.

Kişisel farklılıklar, bireyin içinde yetiştiği dinî inanç ve kültürün etkisi ile daha da girift bir hâl alıyor. Bu noktada aidiyet duyguları özel bir yere sahiptir ve insanlar kendilerini bu yönleri ile de hissettirmek isterler. Varlığımızı gerçek anlamda hissetmemiz aidiyet duygusunu yaşayıp ifade edebilmemizle ilgilidir. Ne var ki bu durum başka aidiyetlerle aramızda olması gereken iletişim yollarını tıkayıcı bir engele, görüşmelere engelleyici tabulara dönüşmemelidir. Aynı şey toplum içinde yar alan farklı inanış, kültür ve dünya görüşlerine mensup kesimler için de söz konusudur.

Farklılıkların bir arada yaşanabilmesi ve toplumun sağlıklı ilişkiler üretebilmesi için bireysel istekleri sınırlayıcı bir kurallar sistemine ihtiyaç duyulur. İlk bakışta olumsuz gibi görülebilen bu sınırlayıcı yaklaşım gerçekte, herkesin kendi gibi olabileceği, değerlerini yaşayabileceği, ortak düşünceler, hedefler ve idealler etrafında bütünleşeceği bir alanı açabilmenin şartıdır. Farklılıklar ayrışma ve çatışmanın değil, toplumsal bir bütün oluşturmanın unsuru olarak görülebilirse birlikte yaşamak soluk almak gibi tabii hâle gelebilir.

Örselenen birlikte yaşama pratiklerini normal çizgisine çekebilme başarısı bir bilinç tazelenmesi ile elde edilecektir. Bütün kayıtlayıcı ve kısıtlayıcı mülahazalardan uzak, en büyük ortak payda olan “insanlık” olgusunda buluşma iradesi bu bilinç hareketinin çıkış noktasını oluşturabilir. İnanç ve kültür farklılıklarının toplumsal yapıda iç kümelenmelere sebep olması kaçınılmaz bir olgudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Peygamber (s.a.s.)’e yönelik “Sen ne kadar çok arzu etsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (Yusuf, 12/103.) hatırlatması bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Buna göre, “İslam” adında sembolleşen barış çağrısı ilk hamlede inanç birliği etrafında şekillenirken küresel ölçekte üst insani değerlerler üzerinden gerçekleştirilebilir. Yine, “Ey insanlar!” şeklindeki birçok ilahî hitap insanlığın en büyük ortak paydası olan soy birliğine işaret etmekte ve şu açılımı getirmektedir: “Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat, 49/13.) Demek ki bütün âdemoğulları insan oluşları yönü ile büyük bir ailedir. Bu ailenin mensupları ayrışma yerine bir araya gelip tanışacak, yeryüzünü imar görevinde yardımlaşacaktır. İnsanların mutlak hakikati duyabilmeleri için buna ihtiyaç vardır. Aslında, ilahî dinlerin dayandığı ortak bir ahlak temeli var. İnsanların bir diğerini sevmesine, yardım etmesine, fakire, yetime, yoksula, ihtiyarlara ve çocuklara destek vermeye dayanan ahlaki müştereklerimiz var.

İslami dünya görüşüne göre birlikte yaşamanın temel ahlaki ilkesi “tearuf” yani görüşüp tanışmak ve bunun gereğine göre yaşamaktır. Bu toplumda “ben”in alternatifi “öteki(ler)” değil, “diğer(leri)”dir. Zira “öteki” ötelemek, uzak tutmak anlamlarını çağrıştırır. “Diğer” ise “ben” dışındaki bireyleri bir bütünün eş değer unsurları olarak görür; toplumsal öbekleşmelere “hep birlikte” anlayışını telkin eder. Burada “ben” kadar “diğeri” de aktiftir, öyle de olmalıdır. Zira “ben” diyen kişi bunu diğerleri var olduğu için diyebilmektedir. Bu mantıki bağın kurulabildiği yerde benliğin bencilliğe dönüşmesi söz konusu olamaz. Böylece bencillik “içeride” bir yerlerde “karantina”ya alınır. Bu karantina olgusunda ortaya çıkacak gevşeme “diğerleri”nin dikkate alınmayıp yok sayıldığı her türlü zulmüm ve haksızlığın yaşandığı sıkıntılı bir zemine evrilir. Bu sebeple birlikte yaşamanın pratikteki en temel ilkesi haksızlıktan sakınmak yani adalettir. Adalet yoksa zulüm ve haksızlık, nefret ve ayrışma vardır. Mazlumun inancına, sosyal ve kültürel mensubiyetine bakılmaz, hakkı korunur. “Birliktelik rahmet, ayrılık ve çatışma azaptır.” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 278.) uyarısı, böyle bir ortamda hayata geçirilebilir. Coğrafi, ırki ya da toplumsal farklılıkların insanlar arasında statü belirleyici, itibar ve otorite kaynağı olarak görülmesi adalet ilkesinin içini boşaltır. Bu da her ölçekte birlik, dirlik ve düzeni bozar, ayrılıklara sebep olur. Ayrılık ve sürtüşme ise inanç ve toplum ayrımı yapmaksızın her zaman ve her yerde acı ve ıstırapların kaynağıdır. Statülerin, Allah’ın insanlara atfettiği değer üzerinden belirlenmesi hâlinde ise (Hucurat, 49/13.) bu risk bertaraf edilebilecektir. Böyle bir ortamın sağlaması yolunda Kur’an öncelikle müminler olmak üzere muhataplarına “Ne zulmedin, ne de zulüm görün” (Bakara, 2/279.) emrini yönelterek birlikte yaşamanın en hayati ilkesini insanlığın önüne koymuştur. Bu ilkenin gereği olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) İslam yurduna barışçıl amaçlarla giren herkese gereken iyi muameleyi göstermiştir. Mesela Necran Hristiyanlarını, kendileriyle yaptığı antlaşmalar gereği onların can ve mal güvenliklerini sağlamış, onları mescidinde ağırlamış, orada kendi inançlarına göre ibadet etmelerine hatta kendisi ile tartışmalarına izin vermiştir. Hukuki nizamı kabullenenleri hukukta Müslümanlarla bir tutmuştur. Farklı inanç sahiplerinin cenazelerine saygı göstermiş, davetlerine katılmış, onlarla borç ilişkisine girmiştir. (Buhari, Rehin, 2.) Böylece “diğerleri”ne, toplumsal hayatın bir hukukta eşit birer parçası oldukları mesajını vermiştir. Bu yaklaşım Müslümanların süreç içinde kurdukları Bağdat, Şam, Basra, Kûfe, Fustat gibi yeni şehirlerde pratik hayatın her alanına yansımıştır. İspanya, İstanbul ve Balkanlar da aynı insani havayı asırlarca soludu.

Coğrafyaları devlet yapan siyasal erkin el değiştirdiği geçiş dönemlerinde sosyal bir tedirginlik, rahatsızlık ve gerginlik yaşanır. Nitekim Müslüman “Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle birlikte başlangıçta Hristiyan-Müslüman çatışması hızlanırken daha sonra çatışmanın yerini karşılıklı işbirliği ve ortaklık almıştır. Bu durum her iki medeniyetin mensuplarına da eşsiz bir barış, hoşgörü ve bir arada yaşama tecrübesi kazandırmıştır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Sırplar, Habeşliler, Kıptiler, Yakubiler, Begonviller, Bulgarlar, Romanlar, Macarlar, Gürcüler uzun asırlar boyunca birlikte yaşamanın güzel örneklerini vermişlerdi.” (Bekir Karlığa, “İslam Dünyasında Çoğulculuk ve Birlikte Yaşama Tecrübesi” [Birlik İçinde Çokluk Sergisi Broşürü, Kültür Bakanlığı, İst. 2009 içinde])

Birinci Dünya Savaşı’na kadar dertleri ile dertlendiğimiz ve aynı ile karşılık gördüğümüz gayrimüslim vatandaşlarımız, komşularımız, esnafımız, sanatkârlarımız, ustalarımız vardı. “Mübadele” sarmalı karşılıklı olarak asırlardır sürüp giden nice komşulukları bitirdi; geride hüzün verici manzarasıyla boş evler, boş köyler kaldı. Bugün hangi gerekçe ile olursa olsun sosyal bünyemizde varlığından söz edilebilecek her türlü yakınma ve sızlanmalar üstesinden gelinemeyecek şeyler olmamalı. Bu konuda sergilenen ve gelecekte sergilenecek olan her türlü girişim başarı yolunda desteklenmeyi hak ediyor. “Birlikte yaşamak için sadece siyasi, felsefi ve sosyolojik bakış açıları yeterli değildir. İnsanlığımız sanat, edebiyat, şiir gibi estetik unsurlarla zenginleştirilmeli ve bunlar bir arada yaşama diline eklenmelidir.” Bu özellikle çağdaş hayat için çok önemlidir. Çünkü teknoloji hayatı ilmek ilmek dokuyan birçok imkânımızı elimizden aldı. Oturduğumuz yerde dünyanın öbür ucuyla iletişim kurma kolaylığını sağlamasına karşılık bizi sanal dünyaya hapsetmiş görünüyor. Mektubun sahip olduğu bağ kurucu özellik, klavyeden dökülen mekanik satırlarda yok. Dokunduğunuz kâğıt size, onu yazıp göndereni düşündürür, hayal ettirir, zaman aralığı ile de olsa aynı şeye dokunmuş olmanın duygusallığını yaşatırdı. Artık bu imkân, insanın elinden uçup gitmiştir.

Birlikte yaşamak, dış dünya şartlarında olduğu kadar beslendiği ruh dünyası ortamında da önemli hasarlara uğramıştır. Telafi çalışmalarına buradan başlamak gerekiyor.

Kaynak:  Diyanet Aylık Dergi, Nisan 2015

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam153
Toplam Ziyaret4955586
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI