Kur’an ve Sünnet ışığında Misafir Kimdir? Misafirlik Nedir? Misafire Nasıl Davranmalı? gibi hususları ele alan metinde 14. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan Anadolu kültüründe misafirlik adabı…

Misafire ikrâm etmek, müslümanın şiârıdır. Nitekim Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz:

“…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse misafirine ikrâm etsin…” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb 31, 85, Rikāk 23; Müslim, Îmân 74, 75)

Misafir ağırlamak ve onu memnun etmek; bir incelik, hattâ bir sanattır. Gönül insanı olmayanlar, bu sanatın inceliğini kavrayamaz.

Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nezâketleri sebebiyle misafirlerine bizzat kendileri hizmet ve ikram etmişlerdir. (Beyhakî, Şuab, VI, 518, VII, 436)

MİSAFİRİN CÂİZESİ NEDİR?

Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem– bir gün:

“−Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse misafirine câizesini versin!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“−Yâ Rasûlâllah! Misafirin câizesi nedir?” diye sordular. Hazret-i Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve sellem– de:

“−Onu bir gün ve bir gece ağırlamaktır. Misafirlik üç gündür. Misafiri üç günden fazla ağırlamak ise sadakadır.” buyurdular. (Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Lukata, 14)

Yemek ve içmekte îtidâle dikkat edilmesi gerektiği hâlde, misâfire ikramda ve misafirlikte yenen yemekte israf yoktur. Ancak ikram ve dâvetin, dünyevî ve nefsânî menfaat düşüncesinden uzak ve “Allah için” olması zarûreti vardır.

İSLAM’DA MİSAFİRLİK VE SAHÂBE-İ KİRÂM’IN MİSAFİRLİK  TEMSİLİYETİ

Dînimiz misafire ikrama büyük bir önem vermektedir. Bunun en güzel ve canlı örneklerini sahâbe-i kirâmın hayatında görmekteyiz. Nitekim Mekke-i Mükerreme’den Medîne-i Münevvere’ye hicret eden Muhâcirlere Ensâr’ın gösterdiği misafirperverlik, tarihte eşine rastlanmayacak bir fazîlet timsâlidir. Zira Ensâr, Medîne-i Münevvere’ye daha ilk geldikleri gün bu muhterem misâfirlerini evlerinde ağırlamak için birbirleri ile yarışa girmişler, hattâ bu misâfirleri paylaşamayarak aralarında kur’a çekmek zorunda kalmışlardır. (Buhârî, Cenâiz 3, Menâkıbu’l-Ensâr 46)

Daha sonra da bağlarını, bahçelerini ve mallarını onlarla paylaşmışlardır.

KÜLTÜRÜMÜZDE MİSAFİR ANLAYIŞI NASIL?

Kültürümüzdeki “Tanrı misâfiri” anlayışı da, aziz milletimizin misâfire verdiği kıymeti, ona gösterdiği îtibârı ortaya koymaktadır. Nitekim ecdâdımız Osmanlılar’ın yaptıkları imâret, kervansaray ve misâfirhânelerde, gelen yolcuların önüne, onun kim olduğuna bakılmaksızın yemek konulur, bütün yolcular, buralarda üç gün kalabilirlerdi. Giderken de şâyet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi.

Evliyâ Çelebi’nin Sokullu Mehmed Paşa vakfiyesindeki misafirhâne ile alâkalı vermiş olduğu şu mâlûmat ne kadar güzeldir:

“…Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeri alalar. Hazırda bulunandan yemek ikrâm edeler. Fakat cihan yıkılsa, muhtemel tehlikeler dolayısıyla geceleyin içerden dışarıya bir kimse bırakmayalar. Sabahleyin ayrılma vakti geldiğinde de memurlar tellâllar gibi nidâ edip:

«–Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız ve elbiseleriniz tamam mıdır, bir ihtiyacınız var mıdır?» diyeler. Misafirler hep birden:

«–Tamamdır. Allah Teâlâ, hayır sahibine rahmet eyleye!» dediklerinde, kapıcılar şafak vaktinde kapıların iki kanadını açarak:

«–Gâfil gitmeyin! Dikkat edin; minderinizi, yaygınızı kaybetmeyin! Tanımadığınız kimseleri arkadaş edinmeyin! Yürüyün, Allah kolay getire!..» diye duâ ve nasihat ile uğurlayalar.”

SEYYAHLARDAN 14.YY ANADOLU’SUNDA MİSAFİRPERVERLİK

14. yüzyılda İslâm dünyasını baştan başa gezen meşhur Tunuslu Seyyah İbn-i Batûta’nın yaşadığı dikkat çekici bir hâdise, ecdâdımızın misafirperverlik hususundaki yüksek seviyesinin ne güzel bir misâlidir:

İbn-i Batûta ve arkadaşları Anadolu’yu gezerken o dönemde Lâdik ismiyle anılan Denizli’ye uğrarlar. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:

“Şehre girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkânlardan çıkan birtakım insanların hayvanlarımızı çevirerek yularlarına asıldıklarını gördük. Bir başka grup da gelerek bunları durdurdu ve çekişmeye başladı. Konuştuklarını anlayamadığımızdan korkmaya başladık. Bunların yol kesen Germiyanlar olduğu kuşkusuyla, bu şehrin onlara âit bulunduğu, malımıza ve canımıza kastedecekleri kaygısına düştük.

Sonra Allah Teâlâ bize Arapça bilen, hacca gitmiş bir adam gönderdi. Ona bunların ne istediklerini sordum. Bunların Ahî dervişleri olduğunu söyledi. Bizimle ilk karşılaşanlar Ahî Sinan’ın, sonradan gelenler ise Ahî Duman’ın dervişleri imiş. Her iki taraf da bizim kendi zâviyelerinde misâfir olmamızı istedikleri için çekişirlermiş. Onların göstermekte oldukları yüksek misafirperverliğe hayran olmamak elde değildi. Nihâyet işi kur’a çekmek sûretiyle halletmeyi kabul edip sulh oldular. Kim kazanırsa önce o tarafın tekkesine misâfir olmamız kararlaştırıldı. Kur’a Ahî Sinan’ın tarafına düştü. O bunu haber alınca yanında dervişlerinden bir grupla gelip bizi karşıladı ve onun tekkesine misafir olduk. Bize çeşitli yemekler ikrâm ettiler.

Biraz dinlendikten sonra Ahî Sinan hepimizi hamama götürdü ve benim hizmetimi bizzat kendisi gördü. Öteki dervişlerden üçü dördü ise bir arkadaşımın hizmetini üzerine almış bulunuyordu. Hamamdan çıkınca tekrar büyük bir sofra kurdular. Yemekten sonra güzel sesli hafızlardan Kur’ân-ı Kerîm dinledik, zikirler yaptık. Ertesi gün Ahî Duman ve müridlerinin bizi götürmek için beklediklerini gördük. Orada da pek çok cömertlikle karşılaştık.”[1]

OSMANLI PERVERLİĞİNE AVRUPADAN ÖVGÜ

Fransız Dr. A. Brayer’in ecdâdımız hakkındaki müşâhedeleri de şöyledir:

“Osmanlılarda öyle bir ruh vardır ki, bu sâyede onlar, her Hak misafirine mukaddes bir nîmet nazarıyla bakarlar.

Ev sahibi, misafirine evinin en güzel dâiresini tahsis ederek her hizmetini canla başla yapar. Hattâ misafiri hastalandığı zaman hekime parasını dahî verir. Zira misafire masraf yaptırmayı ayıp saymaktadırlar. Misafir, evden ayrılırken de orada kalmak sûretiyle gösterdiği lûtufkârlığın bir minnet ve şükran hâtırası olarak ev sahibinden kendisine birkaç hediye de takdîm edilir.”

KUR’AN’DAN AYETLER İLE MİSAFİRE NASIL DAVRANMALI?

İslâm, hayatı baştan aşağı bir edep dâiresinde tanzim eder. Misafirlik husûsunda da nasıl davranılması gerektiği, âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:

 “Ey îmân edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız. Orada hiçbir kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, «Geri dönün!» denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir.” (en-Nûr, 27-28)

Çünkü başkalarının mülküne izinsiz girmek, İslâm nazarında haram, hukuken de yasaktır. İnsanın kendi mülkü olan, dînen ve hukuken girmeye hakkı bulunan ev içerisinde bile başkalarının odalarına habersiz ve selâmsız girmek, din açısından ve terbiye yönünden yasak kılınmıştır. Hanımların eve misafir kabul etmesi de, beyinin müsaadesine bağlanmıştır.[2]

MİSAFİRPERVERLİK ÇEŞİTLERİ

Misafirperverlik çeşit çeşittir. Bu mânâda, gelip geçenin susuzluğunu gidermesi için yapılan sebiller de bir misafirperverliktir.  Bir aşhâne yaptırarak aç olan garip, kimsesiz ve yetimlerin karınlarının doyurulması da bir misafirperverliktir. Nitekim Fâtih Sultan Mehmet Hân, İstanbul’un fethinden sonra yaptırdığı bir imârethânenin vakfiyesine şu satırları yazdırmıştır:

“İnşâ ettirdiğim imârethânemde İstanbul fukarâsı yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehit âilelerine ve yetimlerine ise; hava karardıktan sonra, kapalı kaplarda, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikrâm edile!..”

Şehîd âilelerine bu hassâsiyet üzere yemek dağıtılması, onların izzet ve haysiyetlerini koruma husûsunda kâ’bına varılmaz bir ideal ve vefâ örneğidir. Gelecek nesillere de müstesnâ bir nezâket ve edep tâlimidir.

BİZE YAKIŞAN ENSAR OLMAKTIR

Bu fânî cihanda, Cenâb-ı Hakk’ın misafirleri olan bizlerin unutmaması gereken diğer bir hakikat de, günümüzde Suriye’den evini, yurdunu, malını-mülkünü bırakarak Türkiye’mize misafir olan din kardeşlerimize karşı büyük bir mes’ûliyetimizin bulunduğudur. Zira bizler için onlar, aynen Mekke’de evlerini bırakıp Medîne’ye hicret eden Muhâcirler gibidirler. Bizlere düşen de, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmek için, onlara Ensâr-ı kirâm gibi gönüllerimizi açıp imkânlarımız nisbetinde yardımcı olmaktır. Şayet onlara verecek bir şey bulamıyorsak, hiç olmazsa, âyet-i kerîmenin ifâdesiyle قَوْلاً مَيْسُوراً (el-İsrâ, 28), yani gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söylemeliyiz.

Hâsılı, Hak rızâsı için sergilenen misâfirperverlik, Allâh’a ve âhiret gününe îmânın bir tezâhürüdür. Misâfire ikram; dünyada hayır, bolluk ve bereket, âhirette de müstesnâ bir saâdet vesîlesidir.

Ebû Hüreyre –radıyallâhu anh-’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah –sallâllâhu aleyhi ve sellem– Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Makbul olduğunda şüphe bulunmayan üç duâ vardır:

Mazlumun duâsı; misafirin duâsı; babanın çocuğuna duâsı.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 29; Tirmizî, Birr, 7)

Cenâb-ı Hak, bizleri dünyada bir misâfir edâsıyla ömür süren ve esas hayatın âhiret hayatı olduğu hakikatini unutmayan sâlih kulları zümresine lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.

 

Dipnotlar:

[1] İbn-i Batûta, Rihletü İbn-i Batûta, Beyrut, ts., s. 305-306.

[2] Buhârî, Nikâh 84, 86; Müslim, Zekât, 84.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi 140. Sayı Ekim 2016