• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











HAYATA VE HAKİKATE DAİR

HAYATA VE HAKİKATE DAİR - Abdurrahman AKBAŞ

HAYATA VE HAKİKATE DAİR

Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Vaizi

Yaşamak, varoluşun öznel bir ifade biçimidir. İnsanın varlık ve eşya ile kurduğu bütün ilişkileri, zamanın tek yönlü boyutu içerisinde ortaya çıkan öznel ve arızi görünümlerdir. Bu görünümlerin nicelik ve niteliğini belirleyen en temel unsur ise insanın geçmişten bu yana iç ve dış etkilerle oluşturduğu zihin kalıplarıdır. İnançtan ahlaka, ibadetten ticarete, eğitimden siyasete, aileden topluma kadar hayatı ilgilendiren her alan, söz konusu zihin kalıplarıyla yakından ilişkilidir. Zamanın kıskacında ve mekânın sathında gerçekleşen süreli bir hayatın sınırlı öznesi olan insan, talihini iradesi nispetinde kendi tercihleriyle şekillendirmektedir. Onun çoğu kez farkına bile varmadan geride bıraktıkları, aslında bir yön levhası olarak bugününün ve geleceğinin keyfiyetini işaret etmektedir.

Bu durum, üzerinde düşünmeye değer bir soruyu akla getirir: “Büyüyünce ne olacaksın?” Belki de bu gezegenin havasını soluyan hemen herkesin, kendi lisanınca duymuş olabileceği kadar yaygın bu soru, bir yönüyle insana ideal aşılasa da bir başka açıdan ona bulunduğu hâlin kıymetini unutturan bir güdülenmenin başlangıcına tekabül etmektedir. Bu soru, nicelerini hep bir “şey” olma telaşına düçar etmiş; “olacağım” diye olmadık yollara sürüklemiştir. Soranın nazarında veya yarının dünyasında en muteber “olma”nın neliği üzerine kafa yorarken zihinlerde yankılanan cevap, belki de yıllar sonra tezahür edecek olan derin bir hayal kırıklığının yankısıyla örtüşecektir.

Bu sorudan olacak ki hiçbirimiz bulunduğumuz mevkiden memnun kalmadık. Varoluşumuzun haddizatında büyük bir değer oluşunu çoğu kez fark edemeyişimizden şu veya bu meslekte olmak, şöyle ya da böyle bir konumda bulunmak, şunu ve bunu da elde etmek, hep matah göründü gözümüze. Aslında kilitlendiğimiz hedef, ilk başlarda hayallerimizi gerçekleştirebilme hususunda bir araç olarak belirmişti zihnimizde. Ancak ulaştıkça yenilenen hedefler, yükümlülüklerimizi ifa edebilmemizin elverişli aracı olmaktan çıkıp varoluşumuzun amacına dönüştü. “Olacağım” dürtüsüyle yarına koşarken “an”ı kaçırdık elimizden. Böylece yarını inşa etme vehmiyle çıktığımız yolda, şimdiyi ihmal edip bugünü itlaf ettik. Unuttuk yetinmeyi. Daima daha ötesini iktisap hesabıyla çırpınmaktan yorgun düştü bedenlerimiz. Yürüdükçe çoğalttık yükümüzü. Çoğaldıkça yükümüz, belimiz büküldü ve semadan uzaklaştı yüzümüz.

Hakikatten yüz çevirip gölgelere sığınmaya, sonsuzluğu reddedip bu dünyaya tav olmaya bizi ikna eden neydi? Kâh hüzün ve kahır kâh sevinç ve sürur ile sınandığımız bu hayatta asıl mesele, yarın ne olmak mıydı, yoksa şimdi nerede olmak mı? Varmak mıydı amacımız, yoksa varmaya değer olana yürümek mi? Bütün mücadelemiz, ebediyet yolculuğunda zamandan payımıza düşenin sağladığı imkân nispetinde heybemizi doldurmaktan ibaretken neye yöneldiğimizin yanında, ulaştığımızın ederi nedir ki? Var olmanın, bizatihi en değerli mevki, en kıymetli hazine ve en büyük imkân olduğunu layıkıyla önemsedik. Mukadder vaktin ne kadar yakınımızda olduğundan habersiz, küçük hesaplar peşinde harcamayı seçtik bütün sermayemizi. Oysa ulaştıkça küçülen ve küçüldükçe kaybolanlara inat yaklaştıkça büyüyen bir ideale tutunmak, daha ulvi bir gayenin, daha anlamlı bir gayretin yorgunluğunu tercih etmek elimizdeydi.

Allah, geçmişi affedendir. Yeniden başlamak için fırsat verilenlerdeniz. Bilmeliyiz ki inişiyle, çıkışıyla, düzlüğüyle yokuşuyla ebediyete giden bu yolda varlığa, hayata ve geleceğe dair tasavvurumuzu değiştirmeden tasarruflarımız değişmeyecektir. Çünkü hayat algımızı, yaşama biçimimizi ve gelecek mefkûremizi şekillendiren unsur, tasavvurumuzdur. Kur’an’da, cahiliye insanının hayat hakkındaki düşünsel sığlığına dikkat çekilmesi bu yüzdendir. Öyle ki Allah’ı bildikleri hâlde kendilerine dünyevi ve uhrevi sorumlulukları hatırlatıldığında onlar, “… Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder…” (Casiye, 45/24.) zannıyla arzularını ilah edinerek hakikatten yüz çevirmişlerdi. Onlara göre hayat, doğumla başlayıp ölümle son bulacak bir süreç ve büsbütün bu dünyadan ibaretti. Kendi yaratılışını unutup “Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?” (Yasin, 36/78.) diyenlerin yaslandığı o temelsiz çürük duvarı yıkmaya bir söz yetti: “De ki: Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.” (Yasin, 36/79.) Fakat insan, fıtratına gözlerini kapadığında, akıldan, bilgiden, hakikatten ve hikmetten uzaklaştığında vehmine esir düşecek kadar zayıf bir varlıktır. Ufkunu kuşatan, basiretini bağlayan o vehimden bir kurtulabilse kâinatın işleyişine yalın bir tefekkürle bile baktığında gerçek olan, kendini aşikâr edecektir.

Muazzam nizamıyla bu âlemin bir hiçlikle neticeleneceğini varsaymak, akıllara ziyandır. Böyle bir hayat tasavvurunun bireysel ve toplumsal boyutta bütün insanlığı bunalım ve yıkımlara sürüklemesi kaçınılmazdır. Varlığın aşkın boyutunu yok sayarak hayata dair ortaya konacak her düşünce kifayetsiz, her eylem isabetsiz ve her amaç nihayetsiz kalacaktır. Yaratıcıyı, ölüm ve ötesini göz ardı ederek büsbütün dünyaya sarılan insanın varacağı nokta, menfaatperestliği hayat standardına dönüştürmektir. Hesap gününü yok saydıkça her yaptığının yanına kâr kalacağı zannını, bütün söz ve eylemlerine istinat kılmaktır. İnsanı hak hukuk, adalet, insaf, merhamet gibi erdemlerden uzaklaştırarak sorumsuzluğa, duyarsızlığa ve bencilliğe sürükleyen böyle bir anlayışın, yeryüzüne buhran ve kargaşadan başka bir şey vadetmesi elbette mümkün olmayacaktır. Nitekim bugün dünyada yaşanan trajedilerin, afet ve musibetlerin arkasında, illaki hayata dair böyle bir anlayışın harekete geçirdiği insandan bir iz vardır. Yoksa sahip olduğu bütün imkânlara rağmen doyumsuzluk, kararsızlık ve huzursuzluk girdabında bocalayan ve hep daha fazlasının yoksulluğunu yaşayanların kesafeti başka nasıl izah edilebilir?

Hayatı doğumla ölüm arasına sıkıştırılmış bir olgu kabul etmenin, insanın anlam arayışına çare olmadığı açıktır. Bu gerçeği görmezden gelmek, yok saymak, akılları zorlayan soruları cevapsız, hayatı zora sokan sorunları çözümsüz bırakmayı göze almaktır. Zira insanın dünyevi arzu, istek ve ihtiyaçlarına bir sınır çizmek mümkün değildir. Buna mukabil dünya hayatı ise süre bakımından fazlasıyla kısa, imkân bakımından fazlasıyla kısıtlı bir alandır. “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider.) Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.” (Hadid, 57/20.) Ancak bu noktada insan, çoğu zaman derin bir yanılgıya düşmekte; varoluş gayesini unutturan, Hak’tan ve hakikatten uzaklaştıran vahim bir cehaletin karanlık dehlizlerine sürüklenmektedir.

Bu dehlizlerden çıkmak için insan, öncelikle güçlü bir benlik idrakiyle zihinsel bir yükselişe odaklanmalıdır. Feraset ve basiretle hareket ederek hayatın anlam ve mahiyetini, hikmet ve gayesini bir bütün olarak kavramaya çalışmalıdır. Başlangıcın Allah’tan olduğu gibi varışın da ancak O’na olacağı bilinci ekseninde bir hayat tasavvuru tahkim etmelidir. İşte o zaman olacaktır insan, olmaya değer olan neyse.

Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Mart 2023


1077 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam207
Toplam Ziyaret4955640
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI