• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











MADDE MANA DENGESİNDE HAKİKATİ ARAMAK

MADDE MANA DENGESİNDE HAKİKATİ ARAMAK

MADDE MANA DENGESİNDE HAKİKATİ ARAMAK


Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri


Fiziki âlemde muazzam bir nizam vardır. Her şey belli bir düzen, kural ve ölçüye göre yaratılmıştır. (Kamer, 54/49.) Bütün kâinatı örneksiz var eden Cenab-ı Hak, mahlûkatın varlığını devam ettirebilmesi ve varoluş gayesini gerçekleştirebilmesi için fıtratına değişmez kanunlar koymuştur. Güneş, ay ve gezegenlerin hareketleri, gece ve gündüzün deveran etmesi, mevsimlerin oluşması, maddenin belli bir ısıda form değiştirmesi, cisimlerin muhteva, hacim ve ağırlıklarına göre haricî etkilere tepkide bulunması, hep bu esasa göre işlemektedir. Yine Allah’ın tekvinî iradesinin tecellisi olarak bir de toplumların hayat serüvenini şekillendiren evrensel boyutta sosyal kanunlar vardır. Söz konusu kanunlarla fiziki kanunlar arasında da sıkı bir bağ bulunmaktadır. İnsanın güven ve huzur içinde bir hayat yaşaması için her iki alandaki kanunlara riayet etmesi elzemdir. Bu bir tercih meselesi değil, zorunluluktur. Zira kâinatta olup biten her şey, Kur’an’da “sünnetullah” diye ifade edilen bu ilahi kanunlar çerçevesinde meydana gelmektedir. Gerek tabiatın gerekse bireysel ve sosyal hayatın nizam ve intizam üzere devamı ise ancak söz konusu ilahi kanunlara riayetle mümkündür. Kur’an’daki pek çok ayette bunların ihlal edilmesinin fesat ve helak sebebi olduğu bildirilmektedir. (Rum, 30/41; Nuh, 71/25.)

Kur’an’daki anlatımıyla sünnetullah, kâinattaki her şeyin bir sebebi ve her sebebin muayyen bir sonucu olduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan sünnetullahı hem fiziki âlemde hem de içtimai alandaki sebep sonuç ilişkisi olarak anlamak da mümkündür. Ancak bazen insanın fizik ve tabiat kanunlarıyla izah edemeyeceği olağanüstü veya sıra dışı birtakım hadiselerin yaşandığı da yine Kur’an’da haber verilmektedir. Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i geçmesi (Bakara, 2/50.), asasının yılana dönüşmesi ve elinin parıltılı bir ışık vermesi (Taha, 20/19-22, 67-70.) mucizeleri, bu kabilden harikulade olaylardır. Hz. İsa’nın kuş şekline soktuğu çamuru canlandırması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmesi de (Âl-i İmran, 3/49; Maide, 5/110.) aynı minvalde değerlendirilebilir. Peygamberimizin miraç mucizesi (İsra, 17/1.), Bedir Savaşı’nda Allah’ın müminleri meleklerle desteklemesi (Âl-i İmran, 3/124-125.) gibi daha pek çok olayı bu kabilden değerlendirmek mümkündür.

Peygamberlerden sadır olan bu tür harikulade (mucize) olayların Allah’ın müdahalesiyle sebep sonuç ilişkisi dışında gerçekleştiği ifade edilse de bütün bunların bir başka yönüyle sünnetullah kapsamında fakat bizim idrakimizi aşan sebepler muvacehesinde meydana geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunların her birini sünnetullah bağlamında cereyan eden maddi ve manevi sebepler silsilesine dayandırmak mümkündür. Çünkü Kur’an, sadece maddi anlamda nedensellik prensibine değil, madde ile mana bütünlüğü içerisinde işleyen ilahi yasaya vurgu yapmakta; madde ile mana arasında güçlü bir etkileşim olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Hz. Musa (a.s.), bütün maddi imkân ve gayretini seferber ederek bir yola koyulmuş ve onun bu gayreti, yolun tükendiği yerde ilahi yardımın gelmesine; ilahi yardım ise Kızıldeniz’in yarılıp müminlerin kurtuluşuna sebep olmuştur. Aynı şekilde Bedir Savaşı’nda, “Allah’ın yardımı ne zaman?” denecek bir duruma gelindiğinde müminlerin gözle görünmez ordularla (meleklerle) desteklenmesi de sebep sonuç ilişkisinde madde ile mana arasındaki bağı göstermektedir. Bütün bunlar, tabiattaki nedensellik ilkesine aykırıymış gibi görünse de sünnetullahın bir gereği ve kader planının bir parçası olarak muayyen bir yasa çerçevesinde gerçekleşmiş hadiselerdir ki Yüce Allah, bütün fiillerini hikmetle yapmaktadır ve varlık âleminde tesadüfe asla yer yoktur.

Ne var ki her yönüyle sınırlı olan insan, söz konusu sebepleri idrak edemediği zaman sonuçları da sünnetullaha aykırı gelişmeler olarak değerlendirebilmektedir. Oysa sebeplerin duyular vasıtasıyla idrak edilememiş olması, onları inkâr etmeye veya onların yokluğuna hükmetmeye zemin teşkil etmez. Nedensellik ilişkisi, maddi boyutta olabileceği gibi manevi boyutta da cereyan edebilmektedir. Hatta bazen maddi bir sebep manevi sonuca; bazen de manevi bir sebep, maddi sonuca vesile olabilmektedir. Nitekim herhangi bir sıkıntı, musibet veya felaketle karşılaşan birinin duygu ve düşüncelerinin değişmesi, maddi boyutta gerçekleşen bir olayın manevi sonuçlar doğurduğunu göstermektedir. Aynı şekilde kötü düşüncelerin sindirim sisteminde bozulmalara yol açması gibi manevi sebeplerin maddi sonuçlar doğurduğu da bilinen bir gerçektir. Bu gerçek, nedensellik ilkesinin sadece atomlardan müteşekkil maddi alanla sınırlı olmadığının açık bir göstergesidir. Diğer yandan nazarın (göz/bakış) madde ve eşya üzerinde tezahür eden olumlu ya da olumsuz sonuçları da bu kapsamda dikkat çekici örneklerdir.

Kabul edelim ki nedensellik ilkesinin sadece maddi boyutta cereyan ettiğini varsaydığında insan, hakikati anlama ve birçok hadiseyi izah etme noktasında kifayetsiz kalacaktır. Zira varoluş, sadece maddi bir gerçeklikten ibaret değil, madde ve mana dengesinde ortaya çıkan bir hakikattir. Varlığın her iki boyuta tekabül eden (görünen ve görünmeyen) yönleri bulunmaktadır. Üstelik görünmeyen (mana) tarafı, görünen (madde) tarafından daha büyük, daha derin ve daha girifttir. Maddi âlemdeki varlıkların insanda oluşturduğu esas karşılık da manadır. Mesela kendisi de madde ile mana bütünlüğü içinde var olan insan, atomlardan oluşan varlık âlemini madde boyutuyla duyumsayıp mana olarak algılamaktadır. Somut olan herhangi bir şeyin insanda oluşturduğu etki, maddeden ziyade manayla ilgilidir. Duyular vasıtasıyla muttali olunan maddi bir varlığa her insanın farklı manalar yükleyebilmesi bu yüzdendir.


Olaylar arasında sebep sonuç ilişkileri kurarken bilgi, tecrübe, gözlem, beklenti ve ideolojileri doğrultusunda hareket ettiğinden insan, çoğu zaman madde ile mana arasındaki derin dengeyi gözden kaçırabilmektedir. Metafiziği reddederek maddeyi tek gerçeklik kabul eden ve her şeyin maddi sebeplerle izah edilebileceğini savunan materyalist anlayış, bunun açık bir örneğidir. Maddi sonuçların manevi (metafizik) sebebi olamayacağı iddiasıyla ortaya çıkan bu anlayış, aslında insanın fiziki âlemin ötesini idrak etme noktasındaki acziyetinin bir yansımasıdır.


Elbette insanın temel sorumluluğu, fiziki âlemdeki nedensellik ilkesi bağlamında sünnetullahı dikkate alarak üzerine düşeni yapmak ve yükümlülüklerini hakkıyla yerine getirmektir. Ancak, buna dayanarak varlığın ve yaşananların mana boyutunun ötelenmesi ve ihmal edilmesi de bir sorumluluk ihlalidir. Çünkü metafizik alandaki sebeplerin vuku bulmasında, iradesi dâhilinde insanın da rolü vardır. İşte tam da bu noktada Peygamberimizin “kulluğun özü” olarak ifade ettiği duanın önemi ortaya çıkmaktadır. Nitekim bütün sebepleri ve onlara bağlı olarak ortaya çıkan sonuçları yaratan Cenab-ı Hak, “Bana dua edin, duanıza 
icabet edeyim.” (Mümin, 40/60) buyurmaktadır. Esasen bu ayet, nedensellik ilkesinin madde-mana dengesindeki tezahürünün de açık bir ifadesidir. Dolayısıyla dua, sünnetullahı değiştirme talebi değil, bilakis sünnetullahın kendisidir ve bizatihi sünnetullaha tutunmaktır. En güzel sonuca ulaşmak için sebeplerin üstündeki sebebe, Müsebbibü’l-esbâb’a yönelmektir. Bu yönüyle insanı sadece maddi sebeplere takılıp kalmaktan kurtaracak olan dua, aynı zamanda onu mananın huzur veren iklimine ulaştıracak eşsiz bir imkândır.


Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2023


117 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi12
Bugün Toplam1468
Toplam Ziyaret4774913
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI