• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











FITRAT İTİDALE MEFTUNDUR

FITRAT İTİDALE MEFTUNDUR

FITRAT İTİDALE MEFTUNDUR

Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Vaizi


İnsan, muhteşem tabiata sahip muamma bir hakikattir. O, kâinatın özü ve göz bebeğidir. Bütün sırlar adeta onun fıtratına gizlenmiştir. Divan edebiyatımızın son büyük şairi Şeyh Galip, bu durumu şöyle dile getirir: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” (Kendine saygıyla yaklaş çünkü âlemin özü sensin. Sen, yaratılmışların gözbebeği olan insansın). Bu ifade, bir yandan insanın kâinattaki konumunu vurgularken diğer yandan da fıtratındaki esrara gönderme yapmaktadır. Hakikati keşfetmek isteyenin önce kendine hürmetle yaklaşması ve fıtratındaki mükemmelliği keşfetmesi gerektiğine işaret etmektedir.

Allah’ın kudretinin tecelligâhı olan insan, fiziksel, ruhsal ve zihinsel yetenekleri bakımından en güzel kıvamda, mutedil biçimde yaratılmıştır (Tîn, 95/4; İnfitar, 82/7). Akıl, irade, bilgi, muhakeme gibi kabiliyetleriyle eşref-i mahlûkat kılınan insan, kendisinden daha güçlü varlıklar üzerinde hâkimiyet kurma imkânına ve medeniyetler inşa etme potansiyeline sahip müstesna bir varlıktır. Bu yönüyle Kur’an’da “halife” diye nitelendirilmiştir. Cenabı Allah, insanın bu vasfa nispetini meleklere göstermek için onu imtihan etmiş, varlık ve eşyaya dair bilgisiyle öne çıkarmıştır (Bakara, 2/30-33). Allah’a kulluk için yaratılan (Zâriyât 51/56) insanın yeryüzünde bulunuş hikmeti, onun “halife” sıfatında gizlidir.

İnsanın “halife” diye nitelendirilmesini, kelimenin sözlük anlamından hareketle daha önce yeryüzünde yaşadığı düşünülen şuurlu varlıkların ardından yaratılmış olmasıyla ilişkilendirmek mümkündür. Bununla birlikte “ahsen-i takvîm” tabiatıyla insanın, Allah’ın irade, kudret ve sıfatlarından bazı yetkilerle (salahiyetlerle) donatıldığı da bir hakikattir. Zira insan, bu sayede mahlûkat üzerinde bir takım tasarruflarda bulunabilmekte ve yeryüzünde Allah’ın hükmünü icra edebilmektedir (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, I/259). Bu da onun halifeliğinin Allah’a izafe edilmesi yönündeki yaklaşımı destekler mahiyettedir. Ancak, hiçbir varlığın Allah Teâlâ’yı temsil etmesi, O’nun yerini alarak tasarrufta bulunması mümkün olamayacağından insanın tasarrufları da kendi mahiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve sınırlıdır. Dolayısıyla insanın halifeliği, Allah’ın mülkü olan yeryüzünde O’nun iradesine uygun bir şekilde yaşamak ve kendisine belli bir amaç için tahsis ve emanet edilen nimetleri O’nun talimatı doğrultusunda kullanmaktan ibarettir (Kur’an Yolu, I/100-101).

Bu meyanda insana düşen, öncelikle hizmetine sunulan her şeyin hakikatte Allah’ın mülkü olduğunu idrak etmesi ve onlar üzerindeki tasarruflarında sahibinin rızasını gözetmesidir. Her türlü aşırılıktan, taşkınlıktan ve ölçüsüzlükten uzak durarak, yaratılışındaki kıvam ve itidali yaşantısında da muhafaza etmesidir. Elbette insan, bu sorumluluğun üstesinden gelebilecek donanım ve kabiliyette yaratılmıştır. Fakat o, yaratılış hikmetini ve özelliklerini göz ardı ettiğinde bu fıtrî kıvamın farkında olmaz, kendini tanımaz da tabiatına aykırı kulvarlarda bir uçtan diğer uca savrulup durur. İftar ile tefrit arasında yaşadığı gelgitler, onu kendinden ve kendi hakikatinden uzak diyarlara sürükleyip götürür. Bilhassa niceliksel çokluğun maharet addedildiği zamanlarda hayatın hemen her alanını kuşatan aşırılıklar, insanı günbegün fıtratından uzaklaştırır. Nitekim çokluk yarışının bireysel, toplumsal ve küresel boyutta belirginleştiği günümüzde ifrat ve tefrit arasındaki bu savruluşun sayısız örneklerini görüyoruz. Bugün bir taraftan fıtri ihtiyaçları fiziksel hazlara indirgeyen, maddî faydaları ön plânda tutan ve insanı büyük bir hırsla sadece bu dünyaya yönelten yaklaşımlara şahit olurken; diğer taraftan da bedensel ihtiyaçları tamamen göz ardı eden, baskılayan ve dünyadan büsbütün soyutlanma çabası içine giren ruhbanvari anlayışlara tanıklık ediyoruz. Bu tablo, insanın fıtratından ne denli uzaklaştığının resmidir. Esasen çağın vebası haline gelen kararsızlık, doyumsuzluk ve huzursuzluk gibi illetlerin temel sebebi de insanı fıtratına yabancılaştıran bu iki aşırılıktan başka bir şey değildir. Çünkü fıtrat, itidale meftundur. Huzur ve sükûnetin, hayır ve bereketin anahtarı, itidaldedir.

Adalet kavramıyla aynı kökten gelen ve ister fazlalık (ifrat) ister eksiklik (tefrit) olsun iki aşırı uç arasındaki orta yola tekabül eden itidal, hayatın her alanında gözetilmesi gereken dengeyi ifade etmektedir. Bu bakımdan itidal, insanı kendi hakikatiyle buluşturacak ve mutlak hakikate ulaştıracak yolun işaret levhası, istikamet göstergesidir. Her halinde orta yolu tutan insan, kendisini gerçek özgürlüğe ulaştıracak erdemli bir hayatın yolunu tutmuş demektir. Zira insanı özgür ve erdemli kılan değerlerin ortak özelliği, ifrat ve tefritin kavurucu ateşinden uzak, ılıman bir yerde bulunmasıdır. Bu sebeple her şeyi bir ölçü (kader) ile yaratan Yüce Allah, eşyanın tabiatına yerleştirdiği dengenin muhafaza edilmesini emretmektedir (Kamer, 54/49; Rahman, 55/7-8). Beslenirken, çalışırken, konuşurken, dinlenirken, eğlenirken, harcama yaparken, ibadet ederken, kısacası her durumda mutedil olmak, İslam’ın en temel hayat düsturudur (Bkz.: Bakara, 2/185; İsra, 17/29; Furkan, 25/67).

Müntesiplerini her alanda mutedil olmaya çağıran İslam, aslında insanı fıtratıyla buluşturacak ve fıtrî (mutedil) olanı hayata egemen kılacak değerler manzumesidir. Kur’an-ı Kerim, ruh ile beden, madde ile mana, dünya ile âhiret arasındaki dengeyi koruyacak ilke ve ölçülerin eşsiz membaıdır. Bu bağlamda “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma” ayeti, ideal bir hayatın çerçevesini çizmektedir. Kur’an-ı Kerim’i örnek bir hayata dönüştüren Hz. Peygamber (sav) de her işte orta yolu tutmayı kurtuluş vesilesi addederek Allah’a ibadette bile aşırılıktan sakınmayı tavsiye etmektedir (İbn Mâce, Zühd, 28; Buhâri, Nikâh, 1). Hatta aleyhte sonuçlar doğuracağından dostlukta da düşmanlıkta da ölçüyü kaçırıp aşırı gitmekten müminleri men etmektedir (Tirmizî, Birr 60.). Şu bir gerçek ki yaşantıda itidal yoksa yolda da istikamet yok demektir. Dolayısıyla sırat-ı müstakim üzere yaşamanın belirgin bir emaresi olarak itidal, hayatın her alanında uygulanması gereken altın değerinde bir prensiptir.

Geçmişten bugüne fıtrat dini İslam’ın itidal prensibine tutunanlar, daima kendi hakikatlerinin kapılarını aralamış ve böylece insanı yücelten nice faziletlere yol bulmuşlardır. Kibir ve zilletten arınarak tevazua, cimrilik ve savurganlıktan uzaklaşarak cömertliğe, dünya ve ahiret arasında denge kurarak sekinet ve selamete ulaşmışlardır. Neticede hayatı yaşanmaz, dünyayı çekilmez ve insanı sevilmez kılan her türlü aşırılık ve sapkınlığın karanlık dehlizlerinden İslam’ın hayat veren ilkeleriyle kurtulup insanlığa örnek bir toplum olmuşlardır. Nitekim “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil (vasat/dengeli) bir ümmet yaptık.”(Bakara, 2/143.) ilahî fermanı, itidalin adeta İslam ümmetinin varlık delili olduğunu vurgulamaktadır. Aksi halde aşırılıkların girdabına düşerek istikametini yitirmiş fertlerden müteşekkil bir toplumun ümmet olarak varlık göstermesi mümkün müdür?

Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Temmuz 2023

 

790 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam90
Toplam Ziyaret4773535
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI