• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











KENDİ YATAĞINDA AKAN NEHİR

KENDİ YATAĞINDA AKAN NEHİR

KENDİ YATAĞINDA AKAN NEHİR

Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Müşaviri

İnsan, varoluşa, hayata ve ötesine dair daima bir anlam arayışı içindedir. Her ne kadar zihnî bir yöneliş olsa da bu arayışının arka planında korku, güven, ümit, sevgi ve bağlılık denkleminde gelişen duygusal bir motivasyon bulunmaktadır. İnsan, bilmekten ziyade anlamak, hissetmek istemektedir. Onu bilişsel ve duyusal bir arayışa yönelten bu isteğin kökeninde din duygusunun yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira din, insanın anlam arayışına cevap veren, varoluşun gayesini açıklayan ve bir peygamber rehberliğinde aşkın (yüce) bir varlığın buyruğuna dayanan evrensel bir olgudur. Bu anlamda insanlığın müşterek değeri ve köklü bir sosyal kurum olarak din, geçmişten bugüne hayatın odağındaki varlığını devam ettirmiştir. Hatta bireysel boyutta tezahürleri bulunsa da tarihin hiçbir döneminde dinsiz bir topluma rastlanmamıştır.

İnsanın anlam arayışında belirleyici bir konuma sahip olan din duygusunun yaratılıştan gelen (fıtri) bir özellik olduğu açıktır. Her insan, inanma ihtiyacıyla hayata doğar. (Rum, 30/30; Buhari, Tefsir, (Rum) 2; Müslim, Kader, 22.) Yaratıcı’nın varlığını kabul etmeyen ateistlerin de dinin metafizik boyutunu reddeden deistlerin de din duygusundan ari oldukları söylenemez. Aslında onlar, kendilerince teselli buldukları bir inanç, ideal veya düşünceye teslim olarak fıtri eğilimlerini baskılamayı tercih edenlerdir. Bir başka ifadeyle onlar, hakikatle yüzleşmeyi göze alamayıp aramaktan vazgeçenlerdir.

Din duygusu, tabiatı gereği sezgilerin ve duyulara akseden dâhilî ve haricî telkinlerin yönlendirmesine açık bir olgudur. Din duygusunun yönlendirilmesi noktasında önemli bir etken olarak din algısı karşımıza çıkmaktadır. Algı ise kişiden kişiye veya toplumdan topluma farklılık gösteren evrensel bir değişkendir. Buna sebep olan pek çok etkenden söz edilebilir. Bu bağlamda yaşanmışlıklar ve geçerli durum (konjonktür) psikolojisi, din algısını şekillendiren unsurların başında gelmektedir. Böyle bir tasnifte yaşanmışlıklar ifadesi, kişisel tecrübeleri ve eğitim öğretimi içine alan tarihsel sürece karşılık gelirken konjonktür ise içinde bulunulan aile ve topluma hâkim olan kanaatlerin algılar üzerindeki belirleyiciliğine işaret etmektedir. Tarih boyunca birbirinden farklı çok sayıda dinin ve din anlayışının tezahür etmiş olması da bu gerçeklikle ilgilidir. Hatta aynı sebepten ötürü herhangi bir dinin sistematiği içerisinde bile farklı inanış ve uygulama örnekleri ortaya çıkabilmektedir.

Öyleyse bu kadar farklı (fraksiyon/hizip şeklinde) tezahürü bulunan bir olgunun hakiki, doğru ve ideal olanını tespit edecek ölçüt nedir? Elbette bu sorunun cevabı da her inanç mensubunca farklı olabilecektir. Kişinin din duygusunu yönlendiren algı biçimine, kapasitesine ve yöntemine göre farklılık gösterebilecektir. Bu da doğal karşılanacak bir durumdur. Ancak bugün müntesibi bulunan hemen hemen bütün dinlerin dua, secde, kurban vb. ritüellerinde amaç ve şekil bakımından ciddi benzerlikler bulunması, aslında hepsinin aynı kaynaktan doğan fakat birtakım yapay arklarla farklı vadilere ayrılan akarsular gibi olduklarını göstermektedir.

Bu sebeple “İnsanın anlam arayışına rehberlik edecek dosdoğru din nedir?” sorusuna doğru bir cevap bulabilmek için öncelikle hangi vadinin suyunun berrak olduğuna bakmak gerekir. Tarihî bir hakikattir ki bozulmamış bir aklın herhangi bir aidiyet taassubu olmaksızın onaylayacağı yegâne din, fıtrattaki eğilime tekabül eden tevhid dinidir. Bu da insanlıkla yaşıt bir inanç sitemi olan İslam’a karşılık gelmektedir. Kur’an’da Allah katındaki yegâne dinin İslam olduğu vurgusu da bu gereceğe işaret etmektedir. (Âl-i İmran, 3/19.) İslam dışındaki bütün din ve inanç sistemleri, din algıları bozuldukça tevhidden uzaklaşan insanların hakikati çarpıtması sonucunda ortaya çıkmış öznel yaklaşımlardır. Dolayısıyla onların insanın anlam arayışına rehberlik etmesi mümkün değildir. Asli mecrasından sapan, kaynağındaki safiyetini yitiren ve gitgide bulanıklaşan bir nehrin, insanın susuzluğunu giderdiği nerede görülmüş?

İslam, Kur’an-ı Kerim’de, varlığını, gerçekliğini ve etkinliğini sürekli koruyup devam ettiren dosdoğru din anlamındaki “din-i kayyim” terkibiyle nitelendirilmektedir. (Enam, 6/161.) Bu niteleme, Allah’ın bütün kutlu elçileri tarafından tebliğ edilen İslam’ın esas ve ilkelerinde hiçbir çelişki bulunmadığına, hayatın anlamına dair sorulara doyurucu cevaplar barındırdığına ve insanın fıtri kıvamına en uygun yaşama biçimi olduğuna işaret etmektedir. İslam’ın getirdiği bütün ilke ve değerler, akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi kimseler tarafından tereddütsüz kabul edilebilecek delillere dayanmaktadır. Kur’an’ın sürekli düşünmeye, tefekkür etmeye, aklı kullanmaya vurgu yapması, bu anlamda son derece manidardır.

İslam’ın tevhid çağrısı, her şeyden önce aklı muhatap almaktadır. Kur’an-ı Kerim, daima okumayı, anlamayı, tefekkürü, tezekkürü ve tedebbürü teşvik etmektedir. Çünkü akıl, zekâ ve muhakeme gibi zihinsel kabiliyetler kullanılmaksızın sadece görüngülerle yetinmenin insanı günbegün hakikatten uzaklaştırması kuvvetle muhtemeldir. Bütün bu hususları kapsayan vurgusuyla şu ayet, hayli dikkat çekicidir: “De ki: ‘İşte bu benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a (körü körüne değil) bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana tabi olanlar da (böyleyiz). Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.’” (Yusuf, 12/108.) Ayette geçen ve “delil, kesin kanıt, bilgi” gibi anlamlara da gelen basiret kelimesi, engin bir bakış ve açık bir kanıtla gerçekleri hataya mahal bırakmadan görebilmeyi ifade etmektedir. Bu da İslam’a davette aklın, bilincin, duyarlılığın ve derin bir kavrayışın açıkça öne çıkarıldığını göstermektedir. Esasen bu ayet, akılcılık adına dine ihtiyaç olmadığı iddiasıyla ortalıkta dolaşan modern (!) insan için de apaçık bir meydan okumadır.

Ne var ki anlamanın değil, anlamaya davet edeni taşlamanın kutsandığı bir çağa tanıklık ediyoruz. Bu çağın aktörleri, vahim bir ahlak ve medeniyet krizinin girdabında bunalan insanlığa kurtuluş yolunu gösteren bir dini anlamak yerine onu anlamsız bir nefretin hedefinde görmeyi tercih etmektedirler. İslam’a, Kur’an’a ve Müslümanların bütün kutsal değerlerine yönelik tahammül sınırlarını aşan ithamların ve hatta fiziksel şiddete dönüşen eylemlerin tahrik gücünü bu anlayış oluşturmaktadır. Günbegün körüklenerek büyütülmeye çalışılan İslam düşmanlığı, esasen İslam’ın teklif ettiği hakikatlere karşı fikrî yetersizlik hissinin trajik bir yansımasıdır. İslam’ın, tarihte hiçbir inanç ve düşünce sisteminin karşılaşmadığı şantaj, tehdit ve düşmanlığa maruz bırakılması ise Müslümanlar için bir itibar suikastı olmanın ötesinde tüm insanlık için korkunç bir umut hırsızlığıdır. Zira İslam, umudun, barışın ve kurtuluşun adıdır.

Bugün özellikle yeni medya mecralarında stratejik bir plan dâhilinde gerçekleştirilen maksatlı yayınlar ve sübliminal mesajlarla yürütülen algı operasyonlarının İslam’ın pirüpak yüzünü kirletmeyi hedeflediği açıktır. Ancak, güneşin balçıkla sıvanamayacağını bilmeleri gerekir. Nitekim her şeye rağmen insanın anlam arayışına rehberlik eden, onu kendisiyle buluşturan, yaratıcısıyla tanıştıran ve çevresiyle barıştıran hakikatli ve kâmil bir hayat nizamı olarak İslam, ilk insandan bu yana insanlığın yolunu ve ufkunu aydınlatmaya devam etmektedir. Müntesiplerini dünyanın kirlerinden arındırarak onlara eşsiz bir kimlik ve güçlü bir kişilik kazandıran İslam, ulaştığı her yere hayat veren berrak bir nehir gibi kendi yatağında kıyamete kadar da akmaya devam edecektir.

Ezelden ebede süzülen bu nehirden kırbasını doldurabilenlere ne mutlu!


Kaynak: Diyanet Aylık Dergi, Eylül 2023


240 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam1575
Toplam Ziyaret4775020
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI