Mekke Fethi’nin sebepleri ve sonuçları nelerdir? Mekke’nin Fethi ne zaman ve nasıl oldu? İşte Mekke’nin Fethi kısaca…

Medîneli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ne göre sulhun müddeti on yıl idi. Ancak müşrikler, her geçen gün İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bunun içindir ki, yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Zaman geçtikçe de sulh maddelerine karşı saygısızlık ve cür’etlerini iyice artırdılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay kadar bir zaman geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekir kabîlesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttı­lar. Kendi içlerinden bâzıları da bu âdî cinâyete iştirâk ettiler.[1]

MEKKE FETHİ’NİN SEBEPLERİ

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bağlı olan Huzâa kabîlesi, baskına uğradıklarında namazda idiler. Hunharca bir katliâmla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyâmda iken şehîd edildiler. Hattâ Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler. Durum, derhâl Allâh Rasûlü’ne -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bildirildi.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kendisine bu acı haberi getiren Amr bin Sâlim -radıyallâhu anh-’ı dinlerken mübârek gözlerinden süzülen inci tâneleri gibi gözyaşları, gül yanak­larını ıslatıyordu. Peygamberler Sultânı Efendimiz son derece mahzûn olmuştu. Gönlü yaralı sahâbîsi Amr bin Sâlim’e tesellî sadedinde:

“–Sen yardım olundun ey Amr!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 12; Vâkıdî, II, 784-785)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her şeye rağmen müşriklerle aralarında yapılmış olan muâhedeyi hesâba katarak Huzâalılara yapılan baskın sebebiyle Mekkelilere önce bir elçi gönderdi. Çünkü onlar Hudeybiye Muâhedesi’ni çok ağır bir şekilde ihlâl etmişlerdi. Buna göre, ya öldürülen Huzâalıların diyetlerini vermeli, ya Benî Bekir kabîlesini himâyeden vazgeçmeli, ya da bu iki teklîfi de kabûl etmedikleri takdirde Hudeybiye Muâhedesi’ni geçersiz saymalı idiler.

Gözlerini kan ve kin bürümüş olan cânî müşrikler, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in teblîğ ettiği bu üç tekliften son maddeyi, yâni muâhedeyi resmen boz­mayı kabûl ettiler. Oysa bu, Müslümanları Mekke Fethi’ne dâvet demekti.

MEKKE FETHİ HAZIRLIKLARI

Bu arada Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sefer hazırlığı için emir buyurdular. Yakın kabîleleri Medîne’ye çağırırken, uzaktakileri ise yerlerinde bekleyip or­duya yolda iştirâk etmelerini irâde buyurdular. Son derece gizli bir şekilde hareket edili­yordu. Düşmanın, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için de, Sûriye ta­raflarına bir müfreze gönderen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her tarafı sıkı bir kontrol altına almıştı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi kansız bir şekilde netîcelendirmek arzusunda ısrarlı idiler. Bunun için birçok stratejik tedbirler almışlardı:

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmiştir:

“Allâh’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14)

Peygamber Efendimiz Medîne’den hareket ettiğinde de, yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile sayının çok zannedilmesini temin etmesi de bu maksatladır.

Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirmiştir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmıştır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.

Hicretin sekizinci yılında Ramazan Ayı’nın onuncu günü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, on bin kişilik muazzam îmân ordusuyla Medîne’den ayrıldılar. Cihâd üzere olduklarından yolda iftar ettiler. Ashâba da böyle emir buyurdular.

SON MUHACİR

Cuhfe denilen mevkîye vardıklarında Hazret-i Abbâs ile karşılaşıldı. Daha evvel müslüman olmuş bulunan Abbâs -radıyallâhu anh-, bunu gizleyerek Mekke’de kalmış, oradan Kureyş’in durumunu her zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rapor etmişti. Mekke-i Mükerreme’de kalmasının bir sebebi de, uhdesinde bulunan hacılara su dağıtma vazîfesini îfâ etmesiydi. Nihâyet vaktin geldiğini düşünerek, o da hicret etmek için ehl ü ıyâli ile birlikte yola çıkmıştı. Buna çok sevinen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de Muhâcirlerin sonuncusu oldun!..” buyurdular. (Ali el-Müttakî, XI, 699/33387)

MUHTEŞEM YOLCULUK

Mekke Fethi’ne doğru yapılan bu muhteşem yolculuk esnâsında bütün bir beşeriyete ibret olacak muazzam bir tablo sergilendi. Bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının bir eseriydi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ordusu sel gibi akıyordu. Arabistan’ın dört bir tarafından yeni müslüman olmuş kabîleler kâfile kâfile İslâm ordusuna iltihâk ediyorlardı. Deyim yerindeyse bir mahşer ortamı yaşanıyordu. Âlemlerin Efendisi bu muhteşem ordusuylaArc mevkiinden hareket edip Talub’a doğru yol alırken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir kelp gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve yavrularının, fetih coşkusu içinde geçen İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu.

Bu ne müthiş bir manzaradır! Acabâ beşer târihi böyle bir merhamet tablosuna daha önce hiç şâhid olmuş mudur?

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’nin Fethi gibi târihî açıdan mühim bir dönüm noktası olan büyük bir hâdise esnâsında dahî belki teferruat sayılabilecek en ince bir mesele ile meşgûl olmuş, kendisini bir anne kelb ve yavrularından mes’ûl hissetmiştir.

O sırada Mekkeliler, olan bitenden habersizdi. İslâm ordusunun, beldelerine bir ko­naklık mesâfedeki Merru’z-Zahrân Vâdisi’ne yerleştiğini öğrenip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in em­riyle her birliğin ayrı ayrı ateş yakmasıyla oluşan ihtişamlı manzarayı gördüklerinde deh­şete kapıldılar. Akılları başlarından gitti.

Bundan sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dört kola ayırdığı İslâm ordusuna hareket emrini verdi. Böylece Mekke, dört bir taraftan yankılanan tekbîr sesleriyle doldu.

YURDUNU FETHEDEN FATİH

Sekiz yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. O gün yurdundan çıka­rılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh’a şü­kür hâlinde Mekke’ye giriyordu. Başını Allâh Teâlâ’ya karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

اَللّهُمَّ لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ الاخِرَةِ

«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)

Nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan ashâb-ı kirâmın hâli de Allâh Rasûlü’nün hâlinden pek farklı değildi.

İslâm ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Bu hususta Ebû Süfyân’a tatbîk edilen taktik bereketiyle, onun, Mekkelilerin müslümanlara karşı koymamaları için gayret etmesi hayli netîce vermiş, kimse muazzam İslâm ordusuna karşı çıkmaya cesâret ede­memişti. Yalnız Hâlid bin Velîd’in Mekke’ye girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.

HAK GELDİ BATIL YOK OLDU

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fetih Sûresi’ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra:

جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ

“…Hak geldi, bâtıl yok oldu!..” (el-İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elin­deki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Beytullâh’ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhâ edilmesini emretti. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.

Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları