• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Hukukî İhtilâfların Çözümü: Sulh, Her Zaman Hayırlıdır

HUKUKİ İHTİLAFLARIN ÇÖZÜMÜ

Vaktiyle yanlarında birer erkek çocukları olan iki kadın vardı. Bir kurt geldi, bunlardan birinin çocuğunu kapıp götürdü. Çocuğunu yitiren kadın diğerine, “Kurt senin çocuğunu götürdü.” dedi. O da, “(Hayır!) Senin çocuğunu götürdü!” dedi. Bunun üzerine Hz. Dâvûd'un huzurunda yargılandılar. Hz. Dâvûd, sağ kalan çocuğu yaşı büyük olan (aslında çocuğunu yitiren) kadına verdi.

Kadınlar, davayı bir de Hz. Dâvûd'un oğlu Hz. Süleyman'a arz ettiler. Süleyman (as) işin gerçek yüzünü anlamak için, “Bana bir bıçak getirin. Şu çocuğu (ikiye bölüp) bu iki kadın arasında paylaştırayım.” deyince yaşı küçük olan kadın Hz. Süleyman'a, “Allah sana rahmet etsin, aman öyle yapma! Zira o, bu kadının oğludur.” dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman da çocuğun yaşı küçük olan kadına ait olduğuna hükmetti.1 Böylece aynı davaya iki farklı hüküm verilmiş oldu.

Aslında böylesi bir dava karşısında ihtilâf etmeleri çok normaldi. Hz. Dâvûd'un böyle bir hüküm vermesinde, çocuğun büyük kadına benzemesi ve büyük kadının kucağında bulunması2 gibi nedenlerin etkili olduğuna dair birtakım rivayetler kaynaklarda yer alsa da tam olarak hangi sebeple bu yönde hüküm verdiği bilinememektedir. Hz. Süleyman ise kendine has yöntemi ile babasından daha farklı bir hükme ulaşmıştır.

Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman'ın karşılaşmış oldukları bu gibi ihtilâflar tarih boyunca yaşanmıştır. Bu ihtilâflar, insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi olan sosyal hayatın doğal bir sonucudur. Toplum hayatını paylaşan kimselerin davranışlarının bir kısmı başkalarına zarar verebilir. Bu yüzden her ülkede insanlar arası ilişkileri düzenleyen din, ahlâk, örf ve âdet kurallarının yanında hukuk kuralları var olagelmiştir. Hukuk kuralları, insanlardan bazı davranışların yapılmasını isterken, bazılarını da yasaklar. İnsanların hukuka aykırı davranışları, hukukî ihtilâfların meydana gelmesi sonucunu doğurur.

Hukukun amacı toplumsal düzeni, güvenliği, barışı, eşitliği ve adaleti sağlamaktır. İnsanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak için gönderilen Hz. Peygamber de insanlar arasında meydana gelen ihtilâfları hukukun, arz ettiğimiz evrensel amaçlarını göz önünde bulundurarak çözmüş veya çözümlemeyi tavsiye etmiştir. Bu nedenle bizzat kendisi, hukukî ihtilâfların çözümü için bazı usul ve esaslar takip etmiştir.

Öncelikle hukukî ihtilâfın meydana gelmesini önleyecek bazı tedbirler almıştır. Hz. Peygamber, her şeyden önce insanların başkalarına zarar vermeden faziletli ve ahlâklı bir şekilde yaşamalarını amaçlamıştır. Yüce Allah'tan aldığı vahyin mesajı bu yönde olduğu gibi, kendisinin uygulamaları ve sözleri de aynı doğrultuda olmuştur. Nitekim o, bir hadislerinde;

اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ 

Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların selâmette olduğu (zarar görmediği) kimse” olarak tanımlamıştır.3 Bu yüzden, Müslümanların hukukî ihtilâfların en aza indirgendiği bir toplumda yaşamaları için bazı tedbirler almıştır.

Hz. Peygamber, tarafların vicdanlarına seslenerek, davalı ile davacının ellerindeki deliller ne kadar güçlü olursa olsun, iddialarını ne kadar etkili bir şekilde ileri sürebilecek durumda olurlarsa olsunlar, haksız iseler davalarının çözümü için kendisine başvurmamalarını istemiştir. Ellerindeki delillerin güçlü olmasından dolayı bazı kimselerin hâkimleri yanıltabileceklerini, böylece davayı kazanıp haksız kazanç elde edebileceklerini ama her şeyi en iyi bilen Yüce Allah'ı asla aldatamayacaklarını, elde ettikleri bu haksız kazancın âhirette cezasının çok ağır olacağını ifade etmiştir: 

إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ ، وَإِنَّكُمْ تَخْتَصِمُونَ إِلَىَّ ، وَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَلْحَنَ بِحُجَّتِهِ مِنْ بَعْضٍ فَأَقْضِى نَحْوَ مَا أَسْمَعُ ، فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ أَخِيهِ شَيْئًا فَلاَ يَأْخُذْهُ ، فَإِنَّمَا أَقْطَعُ لَهُ قِطْعَةً مِنَ النَّارِ

“Ben, ancak bir insanım. Davalarınızı bana getiriyorsunuz. Bazılarınız delilini ifade etmede bir kısmınızdan daha başarılı olabilir ve ben de ondan dinlediklerime göre karar veririm. Şayet ben herhangi birine kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem, o kimse bunu almasın. Çünkü ben (bu hükümle) ona ateşten bir parça vermişimdir.”1

Herhangi bir davada haklı olup olmadığını insanın en iyi kendisinin bilebileceği gerçeğinden hareket eden Hz. Peygamber, insanların mahkemeye başvurmadan önce problemlerini vicdanlarında çözmelerini istemiştir.

Hicretin dokuzuncu senesinde, kabilesinden on kişilik bir heyetle Medine'ye gelip Müslüman olan Vâbisa b. Ma'bed el-Esedî,5 İslâm ile ilgili gerekli hususları Hz. Peygamber'den öğrenmek için kısa bir süre Medine'de kalacak, ardından tekrar memleketine dönecekti. Medine'de kalacağı süre zarfında nelerin sevap nelerin günah olduğunu eksiksiz olarak öğrenip dönmek istiyordu.

Bu amaçla doğruca Resûlullah'a gitti. Ne var ki Hz. Peygamber'in etrafında oldukça kalabalık bir cemaat vardı. Ancak Vâbisa kararlıydı. Oradakileri kızdırmak pahasına da olsa, kalabalığı yararak ilerlemeye ve “en sevdiğim insan” dediği Sevgililer Sevgilisi'ne yaklaşmaya çalıştı. Onu gören Peygamberimiz (sav), “Yaklaş ey Vâbisa! Yaklaş ey Vâbisa!” dedi.

Bunun üzerine dizi dizine değecek kadar yakınına gelen Vâbisa henüz sorusunu sormadan Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Bana sormaya geldiğin şeyin ne olduğunu sana haber vereyim mi?” Vâbisa, “(Evet) ver ey Allah'ın Resûlü.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Bana iyilik ve kötülük (sevap ve günah) hakkında sormaya mı geldin?” dedi. Vâbisa, “Evet” diye cevap verdi. Üç parmağını birleştirerek Vâbisa'nın göğsüne vuran Resûlullah (sav), 

يَا وَابِصَةُ اسْتَفْتِ نَفْسَكَ الْبِرُّ مَا اطْمَأَنَّ إِلَيْهِ الْقَلْبُ وَاطْمَأَنَّتْ إِلَيْهِ النَّفْسُ وَالْإِثْمُ مَا حَاكَ فِي الْقَلْبِ وَتَرَدَّدَ فِي الصَّدْرِ وَإِنْ أَفْتَاكَ النَّاسُ

“Kendine danış ey Vâbisa! İyilik, gönlünün huzur bulduğu ve içine sinen şeydir; kötülük ise insanlar ona onay verseler bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.”2 buyurdu.

Aynı soruyu, Allah Resûlü'ne daha fazla soru sorup daha çok şey öğrenmek amacıyla bir yılını Medine'de geçiren Nevvâs b. Sem'ân da sormuştu. Onun aldığı cevap da Vâbisa'nınkinden pek farklı değildi: 

اَلْبِرُّ حُسْنُ الْخُلُقِ وَالإِثْمُ مَا حَاكَ فِى نَفْسِكَ وَكَرِهْتَ أَنْ يَطَّلِعَ عَلَيْهِ النَّاسُ

“İyilik, güzel ahlâktır; kötülük ise vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.”3

Peygamber Efendimiz, sadece haksız olduğunu bile bile dava açan kişinin değil, bu davanın kazanılması için çaba sarf eden, aracılık yapan, dahası hasmına iftira atan kimsenin de Allah'ın öfkesini çektiğini söylemektedir: 

مَنْ حَالَتْ شَفَاعَتُهُ دُونَ حَدٍّ مِنْ حُدُودِ اللَّهِ فَقَدْ ضَادَّ اللَّهَ وَمَنْ خَاصَمَ فِى بَاطِلٍ وَهُوَ يَعْلَمُهُ لَمْ يَزَلْ فِى سَخَطِ اللَّهِ حَتَّى يَنْزِعَ عَنْهُ وَمَنْ قَالَ فِى مُؤْمِنٍ مَا لَيْسَ فِيهِ أَسْكَنَهُ اللَّهُ رَدْغَةَ الْخَبَالِ حَتَّى يَخْرُجَ مِمَّا قَالَ 

“Her kim Allah'ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmasını engellemek için aracı olursa, Allah'a karşı gelmiş olur. Her kim haksız bir davayı bile bile savunmaya kalkarsa, bu davasından dönünceye kadar Allah'ın gazabı, öfkesi onun üzerine olur. Her kim de bir mümin hakkında onda olmayan şeyleri söylerse, bu söylediğinden (iftiradan) vazgeçinceye kadar Yüce Allah onu cehennemliklerin irinleriyle karılmış balçıkta, bataklıkta oturtur.”4

Bu hadiste Peygamberimizin ilk vurguladığı husus, suçluya verilen cezanın infazını engellemek için aracı olmamaktır. Böyle bir aracılık elbette ki kabul edilemezdi. Nitekim Kureyşliler, Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan Fâtıma bnt. Esved adlı bir kadına9 Hz. Peygamber'in verdiği cezayı düşürmesi için Üsâme b. Zeyd'i aracı olarak göndermişlerdi. Çünkü Üsâme, Peygamber Efendimizin kendisini çok sevdiğini ifade ettiği bir kimseydi.10 

Fakat Resûlullah (sav) Allah'ın koyduğu had cezalarından birini affetmesi için aracı olduğundan dolayı Üsâme'ye çıkıştıktan sonra, halka bir hutbe îrad ederek önceki kavimlerin güçlü kimseler çaldıklarında onları bırakıp, zayıflar çaldıklarında ise onlara had uygulamaları yüzünden helâk olduklarını belirttikten sonra, 

وَايْمُ اللَّهِ لَوْ أَنَّ فَاطِمَةَ بِنْتَ مُحَمَّدٍ سَرَقَتْ لَقَطَعَ مُحَمَّدٌ يَدَهَا

“Muhammed'in kızı Fâtıma da hırsızlık yapsa, Muhammed mutlaka onun elini keserdi.”5 buyurmuştu.

Peygamber Efendimizin vurguladığı ikinci husus ise haksız bir davayı asla savunmamak gerektiğidir. Buna göre hiç kimse birtakım maddî menfaatler elde etmek için haksız birini savunarak veya ona arka çıkarak karşı tarafın mağdur olmasına neden olmamalıdır. Yalan yere yemin, yalancı şahitler ve iftira gibi yollar ile hâkimi yanıltmaya yönelik girişimler belki davanın kazanılmasını sağlayabilir. Fakat bu gibi uydurma deliller ile “Ahkemü'l-Hâkimîn” (Hükmedenlerin En İyi Hükmedeni) olan12 Yüce Rabbimizi yanıltamayacakları bir gerçektir. Bu kimseler dünyada birtakım menfaatler elde etseler de âhirette mutlaka yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

Resûlullah (sav), ihtilâfların hukukî yollarla çözümü zorunlu hâle geldiğinde de bazı esaslar takip etmiştir. Aslında Hz. Peygamber, insanların kendi haklarına razı olarak hukukî ihtilâflara sebebiyet vermeden huzur içinde yaşamalarını hedeflemiş ve bunu da kendisi asr-ı saadette büyük ölçüde gerçekleştirmiştir. Ancak az da olsa insanlar arasında anlaşmazlık olduğunda, adalet ve hakkaniyet esaslarına göre hukuk kuralları içinde ihtilâfların çözümü konusunda gereğini yapmış ve Müslümanlardan da aynı hassasiyeti göstermelerini istemiştir. Hz. Peygamber hukukî ihtilâfların çözümünde davaya bakacak hâkimler, taraflar, mevzuat ve delillerle ilgili bazı prensipler koymuştur.

Hukukî ihtilâflar çözülürken adalet ve hakkaniyet kurallarına riayet edilmesi esastır. Bunun gerçekleştirilebilmesinde, davaya bakacak olan hâkimlerin rolü büyüktür. Bu yüzden Hz. Peygamber, hâkimliğin çok önemli bir görev olduğunu ve bu mesleği seçecek olan kişilerin bazı şartları taşımaları gerektiği üzerinde durmuştur. Hz. Peygamber, bu göreve seçilecek kimselerin bilgili ve fazilet sahibi olmaları, ihtilâfları incelerken iyi araştırma yapmaları, kararları adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde vermeleri gerektiğini belirtmiştir: 

اَلْقُضَاةُ ثَلاَثَةٌ وَاحِدٌ فِى الْجَنَّةِ وَاثْنَانِ فِى النَّارِ فَأَمَّا الَّذِى فِى الْجَنَّةِ فَرَجُلٌ عَرَفَ الْحَقَّ فَقَضَى بِهِ وَرَجُلٌ عَرَفَ الْحَقَّ فَجَارَ فِى الْحُكْمِ فَهُوَ فِى النَّارِ وَرَجُلٌ قَضَى لِلنَّاسِ عَلَى جَهْلٍ فَهُوَ فِى النَّارِ 

“Hâkimler üç kısımdır. Biri cennette, ikisi ise cehennemdedir. Cennette olan, hakkı bilip ona göre hüküm verendir. Hakkı bildiği hâlde hüküm vermede zulmeden kişi cehennemdedir. İnsanlar arasında bilgisizce hüküm veren kimse de cehennemdedir.”6 buyurarak, hâkimin hem bilgili olmasını hem de davaya konu olan olayı iyice araştırarak isabetli karar vermesini istemiştir.

Hz. Peygamber, hâkimlerin bakacakları davalarda tarafsız ve objektif olmaları ilkesini kabul etmiştir. Bu ilkeye o kadar çok önem vermiştir ki kendi duygularını davaya karıştırabilir endişesiyle, hâkimin öfkeliyken hüküm vermesini yasaklamıştır: 

لاَ يَحْكُمْ أَحَدٌ بَيْنَ اثْنَيْنِ وَهُوَ غَضْبَانُ

“Bir kimse öfkeli iken iki kişi arasında hüküm vermesin!”7

Hâkimlik görevinin çok zor ve sorumluluk gerektiren bir meslek olduğunu vurgulayan Hz. Peygamber, adalet ve hakkaniyet ilkelerine göre karar veren hâkimin, bulunduğu makamın hakkını vermiş olacağını haber vermiş,15 

إِنَّ اللَّهَ مَعَ الْقَاضِى مَا لَمْ يَجُرْ فَإِذَا جَارَ تَخَلَّى عَنْهُ وَلَزِمَهُ الشَّيْطَانُ 

“Allah, haksızlık etmediği sürece hâkimle beraberdir. Haksızlık yaparsa Allah ondan uzaklaşır, şeytan onunla beraber olur.”8 buyurarak da hâkimin adaletten ayrılmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Hâkimler, öncelikle delilleri titizlikle inceleyip araştırır, şahitleri dikkatle dinlerler. Daha sonra en doğru kararı verebilmek için yürüttükleri muhakeme sonucunda ictihad ederler. Yeterli çabayı gösterdikten sonra verilen hükmün isabetli yahut hatalı olması da imkân dâhilindedir. Hâkimler, ictihadları sonucunda doğru karar vermek için gereken özeni gösterirler ve isabetli karar verirlerse amaca ulaşmışlar demektir. Ama gereken özeni göstermelerine rağmen isabetsiz karar verirlerse bundan da sorumlu olmazlar. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmaktadır: 

إِذَا حَكَمَ الْحَاكِمُ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ أَصَابَ فَلَهُ أَجْرَانِ ، وَإِذَا حَكَمَ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ أَخْطَأَ فَلَهُ أَجْرٌ 

“Hâkim hüküm vereceği zaman ictihad eder (olanca imkân ve gücü ile hakkı arar) sonra isabetli hüküm verirse, kendisine iki sevap vardır. Ama hüküm verirken ictihad eder sonra yanılırsa ona bir sevap vardır.”9

Resûlullah'ın ihtilâfların çözümünde belirlediği bir başka ilke ise hukuka uygunluktur. Peygamber Efendimiz, hüküm verirken öncelikle Kur'an'ın yönlendirmelerine riayet etmiştir. Nitekim Yüce Rabbimizin, 

اِنَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِنِينَ خَصِيمًا

(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab'ı (Kur'an'ı) hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.”10 emri, Efendimizin ihtilâfların çözümünde Kur'an'a göre hareket etmesini gerektirmektedir.

Efendimiz, Kur'an'da yer almayan konularda ise kendi ictihadı ile hüküm vermiştir.19 Onun verdiği tüm hükümler müminler için bağlayıcıdır. Nitekim Rabbimiz, 

فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا 

Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”11

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبِينًا

Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mümin erkek ve hiçbir mümin kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”12 âyetleri ile müminlerin, Kur'an'ın ve Peygamber Efendimizin hükümlerine itaat etmelerini emretmektedir.

Şu hâlde varılacak yargıların Kur'an'a ve Resûlullah'ın sünnetine uygun olması esastır. Ancak konuyla ilgili Kitap ve sünnette bir norm bulunamadığı takdirde hâkimlere kendi ictihadlarıyla karar verme yetkisi de verilmiştir. Nitekim “Muâz Hadisi” diye bilinen hadiste Hz. Peygamber meşhur sahâbî Muâz b. Cebel'i Yemen'e muallim ve kadı olarak gönderdiğinde ona, 

كَيْفَ تَقْضِى

“Nasıl hüküm vereceksin?” diye sorar. Muâz,

أَقْضِى بِمَا فِى كِتَابِ اللَّهِ

“Allah'ın Kitabı'ndaki ile hükmedeceğim” der. Hz. Peygamber, 

فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِى كِتَابِ اللَّهِ

“Şayet Allah'ın Kitabı'nda yoksa?” deyince cevaben,

فَبِسُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ

“Resûlullah'ın sünnetine göre.” der. Hz. Peygamber, 

فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِى سُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ

“Eğer Resûlullah'ın sünnetinde de yoksa?” deyince Muâz,

أَجْتَهِدُ رَأْيِى

“Kendi görüşümle içtihat edeceğim.” der. Hz. Peygamber bu cevaptan memnun kalarak, 

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِى وَفَّقَ رَسُولَ رَسُولِ اللَّهِ

“Resûlullah'ın elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdolsun.” buyurur.13

Hz. Peygamber, hukukî ihtilâfların çözümü için kendisine başvurulduğunda, delilsiz karar verilemeyeceği ilkesini göz önünde bulundurmuştur. Bu delillerin bir kısmı yazılı, bazısı ise sözlü olabilir. Peygamber Efendimiz, karşısına gelen bir ihtilâfın çözümünde tarafları dinledikten sonra hemen karar vermez, davacı ve davalının delillerinin olup olmadığını sorardı. Zira, 

 لَوْ يُعْطَى النَّاسُ بِدَعْوَاهُمْ لاَدَّعَى نَاسٌ دِمَاءَ رِجَالٍ وَأَمْوَالَهُمْ وَلَكِنَّ الْيَمِينَ عَلَى الْمُدَّعَى عَلَيْهِ 

“Eğer insanlara, sırf iddialarından dolayı (istedikleri) verilecek olsaydı, bazı kimseler bazılarının kanları ve malları konusunda hak iddia ederlerdi. Hâlbuki yemin etmek, (davacıya değil) davalıya düşer.”14 buyurarak, davacının talebini yeterli görüp delilsiz karar vermenin doğru olamayacağını açıklamıştı.

Hz. Peygamber'in en çok aradığı delil, şahitlik ve yemin olmuştur. Şahitlik ve yemin delilinde insanların doğru ve dürüst olmaları çok önemlidir. Bu nedenle Hz. Peygamber, mahkemelerin doğru ve hakkaniyete uygun karar verebilmeleri için şahitlik ve yeminle ilgili bazı ilkeler de koymuştur.

Şahitlik, bir kimsenin herhangi bir dava ile ilgili konuda daha önce gördüğü olay, davranış, söz ve benzeri şeyler hakkında mahkemede hâkimin huzurunda bilgi vermesi demektir. Hz. Peygamber, Müslümanların mahkeme ve mahkeme dışındaki şahitliklerine çok önem vermiştir.

Nitekim bir defasında ashâbı ile otururken Hz. Peygamber'in önünden bir cenaze geçtiğinde sahâbîler bu cenazeyi övdüler. Hz. Peygamber, “Vacip oldu.” dedi. Sonra bir başka cenaze geçtiğinde, sahâbîler onunla ilgili ise kötü şeyler söylediler. Hz. Peygamber yine, “Vacip oldu.” dedi. Bunun üzerine kendisine, “Ey Allah'ın Resûlü! Buna da vacip oldu dedin, buna da vacip oldu dedin.” denilince Hz. Peygamber, 

شَهَادَةُ الْقَوْمِ ، الْمُؤْمِنُونَ شُهَدَاءُ اللَّهِ فِى الأَرْضِ

“Toplumun şahitliği (her ikisi için de kabul edilmiştir). Müminler Allah'ın yeryüzündeki şahitleridir.”15 buyurdu.

Şahitlerin mahkemede doğru beyanda bulunmalarını isteyen Hz. Peygamber, yalancı şahitliği ise kesin bir dil ile yasaklamıştır. Hz. Peygamber bir gün ashâbı ile otururken onlara, 

أَلاَ أُنَبِّئُكُمْ بِأَكْبَرِ الْكَبَائِرِ

“Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” buyurur. Ashâbı,

بَلَى يَا رَسُولَ اللَّهِ

“Evet yâ Resûlallah!” deyince, 

اَلْإِشْرَاكُ بِاللَّهِ ، وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ

“Allah'a ortak koşmak ve anne babaya itaatsizlik etmektir.” buyurur. Sonra arkasına yaslanmış bir hâldeyken doğrulur ve şu sözleri ilâve eder: 

أَلاَ وَقَوْلُ الزُّورِ وَشَهَادَةُ الزُّورِ ، أَلاَ وَقَوْلُ الزُّورِ وَشَهَادَةُ الزُّورِ 

“Dikkat edin! Bir de yalan söz ve yalan şahitliktir! Dikkat edin, bir de yalan söz ve yalan şahitliktir!” Bu sözü tekrar tekrar söyler.16

Diğer taraftan Hz. Peygamber, hukukî ihtilâfların çözümünde katkısı olacağından dolayı, doğru ve dürüst şahitliği her zaman teşvik etmiş, 

خَيْرُ الشُّهَدَاءِ مَنْ أَدَّى شَهَادَتَهُ قَبْلَ أَنْ يُسْأَلَهَا

“Şahitlerin en hayırlısı, şahitlik etmesi talep edilmeden önce şahitlik edendir.” buyurmuştur.17 

Resûlullah, hukukî ihtilâfların çözümünde bazen yemin deliline de başvurmuştur. Nitekim Efendimiz, 

 اَلْبَيِّنَةُ عَلَى الْمُدَّعِى وَالْيَمِينُ عَلَى الْمُدَّعَى عَلَيْهِ 

“Delil getirmek davacıya, yemin etmek ise davalıya düşer.”18 buyurarak şahitlik ve diğer delillerle iddiayı ispat etmenin davacının hakkı ve görevi, yemin etmenin ise davalının hakkı ve görevi olduğu genel ilkesini getirmiştir.

Hz. Peygamber özellikle başka bir delil olmadığında tarafların yapacağı yemini mahkemede delil olarak kabul etmiştir. Ancak hakkın ortaya çıkması, adalete uygun ve doğru karar verilebilmesi için, yalan yere yemin edilmemesi konusunda başta sahâbîleri olmak üzere bütün Müslümanları uyarmıştır.

Tıpkı aralarında anlaşmazlık çıkan Hadramevtli ve Kindeli iki kişinin davasında olduğu gibi... Hadramevtlinin adı Rebîa b. Ibdân, Kindelinin adı ise İmruü'l-Kays b. Âbis idi.29 Bu iki kişi, toprak mülkiyeti yüzünden davalık olmuşlardı. Aralarındaki sorunu çözmek için Resûlullah'a geldiler. Hadramevtli adam, “Ey Allah'ın Resûlü! Bu adam toprağımı (zorla elimden) aldı.” dedi. Kindeli adam ise onun bu iddiasına karşı, “O toprak benim mülkümdür. Onun hiçbir hakkı yoktur.” diye karşılık verdi. Hz. Peygamber, Hadramevtli adama, “Sende (o toprağın sana ait olduğunu gösterir) açık bir delil var mı?” diye sordu. Adam, “Hayır.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah, “O hâlde sadece davalının yemini ile yetinmek zorundasın.” buyurdu. Adam, “Ey Allah'ın Resûlü! Ama bu adam günahkâr bir kimsedir. Neye yemin ettiğine aldırış etmez, hiçbir şeyden sakınıp korkmaz.” diye serzenişte bulundu. Ancak Hz. Peygamber, “Onun hakkında bundan başka yapabileceğin bir şey yoktur.” diyerek bu tartışmaya son verdi. Kindeli adamın yemin etmek üzere kalkmasının ardından da, 

لَئِنْ حَلَفَ عَلَى مَالِكَ لِيَأْكُلَهُ ظُلْمًا لَيَلْقَيَنَّ اللَّهَ وَهُوَ عَنْهُ مُعْرِضٌ

“Eğer haksız yere senin malını elde etmek için yemin ederse Allah'ın huzuruna, Allah kendisinden yüz çevirmiş olduğu hâlde varacaktır.” dedi.19 Bunun üzerine Kindeli adam o arazinin Hadramevtliye ait olduğunu itiraf etti31 ve böylece hakikat ortaya çıkmış oldu.

Hz. Peygamber,

مَنِ اقْتَطَعَ حَقَّ امْرِئٍ مُسْلِمٍ بِيَمِينِهِ فَقَدْ أَوْجَبَ اللَّهُ لَهُ النَّارَ وَحَرَّمَ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ

Yemin etmek suretiyle başka bir kimsenin hakkını gasp eden kimseye Allah Teâlâ cehennem ateşini vacip kılar, cennetini ise haram eder” diye buyurunca. Sahâbîlerden birisi,

وَإِنْ كَانَ شَيْئًا يَسِيرًا يَا رَسُولَ اللَّهِ

“Ey Allah'ın Resûlü! Elde edilen basit bir şey olsa bile mi?” diye sorduğunda ise Hz. Peygamber, 

وَإِنْ قَضِيبًا مِنْ أَرَاكٍ

“Erak ağacından bir misvak bile olsa (yine böyledir).”20 buyurmuştur.

Nitekim Abdullah b. Mes'ûd da yalan yere yemin ederek Müslüman'ın malını alan kimsenin, Allah'ın huzuruna O'nun gazabına uğramış olarak çıkacağını haber vermiştir.33

Bütün bu anlatılanlar, hâkimin, insanların iç dünyalarını araştırarak niyet okuyuculuğuna kalkışmadan zâhire ve objektif delillere göre karar vermesinin Kur'an'a ve sünnete daha uygun olduğunu da göstermektedir. Nitekim Hz. Ömer bu konuda şöyle demektedir:

إِنَّ أُنَاسًا كَانُوا يُؤْخَذُونَ بِالْوَحْىِ فِى عَهْدِ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ، وَإِنَّ الْوَحْىَ قَدِ انْقَطَعَ ، وَإِنَّمَا نَأْخُذُكُمُ الآنَ بِمَا ظَهَرَ لَنَا مِنْ أَعْمَالِكُمْ ، فَمَنْ أَظْهَرَ لَنَا خَيْرًا أَمِنَّاهُ وَقَرَّبْنَاهُ ، وَلَيْسَ إِلَيْنَا مِنْ سَرِيرَتِهِ شَىْءٌ ، اللَّهُ يُحَاسِبُهُ فِى سَرِيرَتِهِ ، وَمَنْ أَظْهَرَ لَنَا سُوءًا لَمْ نَأْمَنْهُ وَلَمْ نُصَدِّقْهُ ، وَإِنْ قَالَ إِنَّ سَرِيرَتَهُ حَسَنَةٌ .

“Resûlullah (sav) zamanında insanlar suç işlediklerinde vahiy ile uyarılırlardı. Artık vahiy kesilmiştir. (Bundan dolayı) biz şu anda, sizi ancak yaptığınızı açıkça gördüğümüz davranışlarla yargılayabiliriz. İyi işler yaptığını açıkça gördüğümüz kimseyi güvenilir kabul edip kendimize yakın hissederiz. Bu kimsenin gizli hâllerini araştırmak bize düşmez. İşlediği gizli işleri hesaba çekecek olan Allah'tır. Bir kötülük işlediğini açıkça gördüğümüz kimseyi ise her ne kadar gizli hâllerinin iyi olduğunu söylese de güvenilir kabul etmez ve tasdiklemeyiz.”21

Resûlullah, muhakeme esnasında uyulması gereken bazı ilkeler de belirlemiştir. Hz. Peygamber, dava görülürken tarafların hâkimin önüne oturmasını istemiş,35 sonra da onların ayrı ayrı dinlenmesi gerektiğini ifade buyurmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi Yemen'e hâkim olarak gönderdiğinde Hz. Ali, “Ey Allah'ın Resûlü! Beni gönderiyorsun ama ben genç bir insanım ve hüküm verme konusunda da hiç bilgim yok.” demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber, 

إِنَّ اللَّهَ سَيَهْدِى قَلْبَكَ وَيُثَبِّتُ لِسَانَكَ فَإِذَا جَلَسَ بَيْنَ يَدَيْكَ الْخَصْمَانِ فَلاَ تَقْضِيَنَّ حَتَّى تَسْمَعَ مِنَ الآخَرِ كَمَا سَمِعْتَ مِنَ الأَوَّلِ فَإِنَّهُ أَحْرَى أَنْ يَتَبَيَّنَ لَكَ الْقَضَاءُ 

“Allah senin kalbini doğruya iletecek ve dilini (doğru üzerine) güçlendirecektir. İki hasım gelip önüne oturduğunda, birincisini dinlediğin gibi diğerini de dinleyinceye kadar bir karar verme. Bu, (vereceğin) kararın ortaya çıkması için daha uygundur.”22 buyurmuştur.

Hz. Peygamber önüne gelen hukukî ihtilâfları, mümkünse sulh yoluyla çözmeyi tercih ederdi.37 Bir defasında evinde otururken Kâ'b b. Mâlik ile İbn Ebû Hadred adlı kişinin mescitte alacak verecek yüzünden yüksek sesle tartıştıklarını duymuştu. Odasının perdesini açarak, “Ey Kâ'b!” diye seslendi. O, “Buyur, ey Allah'ın Resûlü!” diye cevap verince, Hz. Peygamber eliyle yarısını işaret ederek, “Alacağının şu kadarını düş.” dedi. Kâ'b da, “Baş üstüne ey Allah'ın Resûlü.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber İbn Ebî Hadred'e, “Kalk, (kalan) borcunu öde.” buyurdu.23 Böylece Hz. Peygamber ashâbına, alacaklı kimsenin alacağı miktarın bir kısmından vazgeçip borçluya ödeme kolaylığı sağlamasının erdemli bir davranış olduğunu öğütlemiş oluyordu.

Toplum hayatı sürdürülen her yerde, insanlar arasında zaman zaman anlaşmazlıklar ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ancak hak ve adalete riayet edildiği takdirde, bu ihtilâflar sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturulabilir. Resûlullah, hukukî anlaşmazlıklarda kişiyi öncelikle vicdan muhasebesi yapmaya sevk etmiş, eğer haksız ise birtakım deliller getirip davayı kazanarak karşı tarafın hakkına tecavüz etmemesini öğütlemiştir. Ayrıca yalan yere yemin etmemeleri ve yalancı şahitlik etmemeleri hususunda ashâbını uyarmıştır.

Buna karşın hâkimliğin de liyakat ve sorumluluk gerektiren zor bir görev olduğunu belirtmiştir. Karar verirken tarafsız, âdil olunması ve sağlam delillere dayanılması gerektiğini ifade etmiş, hakkaniyet, adalet ve insaf ölçüsü ile hüküm vermelerini öğütlemiştir. Her yönüyle bizim için en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimizin belirlediği bu ilkelere riayet etmekle, ihtilâfların çözümü daha kolay olacaktır.

1 Buhârî, Ahkâm, 20.

2 İbn Hanbel, IV, 227

3 Müslim, Birr, 15.

4 Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 14.

5 Buhârî, Hudûd, 12.

6 Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 2

7 Müslim, Akdiye, 16

8 Tirmizî, Ahkâm, 4.

9 Buhârî, İ’tisâm, 21

10 Nisâ, 4/105.

11 Nisâ, 4/65.

12 Ahzâb, 33/36.

13 Tirmizî, Ahkâm, 3.

14 Müslim, Akdiye, 1

15 Buhârî, Şehâdât, 6.

16 Buhârî, Edeb, 6.

17 Tirmizî, Şehâdet, 1

18 Tirmizî, Ahkâm, 12.

19 Tirmizî Ahkâm, 12

20 Müslim, Îmân, 218

21 Buhârî, Şehâdât, 5.

22 Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 6

23 Buhârî, Salât, 71

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam


Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi9
Bugün Toplam646
Toplam Ziyaret4706937
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI