• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Güzel Ahlâk ve Edep

Güzel Ahlâk ve Edep


SONSUZ HAZİNE…

İnsanoğlunun bu dünyada da öbür dünyada da en büyük ve sonsuz hazinesi, sahip olduğu güzel ahlâk ve edebidir.

Onun, yani insanın bütün değer ve kıymeti de ancak bu ulvî ve şerefli hazinesinin kıymet ve değeri kadardır.

Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber’in yüksek değerini ifade sadedinde âyet-i kerîmede;

وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪ٖيمٍ

“Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin” (el-Kalem, 4) buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;

“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (İmâm Mâlik, Muvattâ, Hüsnü’l-hulk, 8) buyurarak vazifesini tarif etmiş ve bütün insanlık âlemine «üsve-i hasene», yani mükemmel bir ahlâk nümûnesi olmuştur.

Bu bakımdan ahlâk, dînin özünü teşkil etmiştir.

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ٖينَكُمْ

diye başlayan ve dînin tamamlandığını ifade eden âyet-i kerîme nâzil olduktan sonra Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur:

“Bu, Benim Zâtım için râzı olduğum bir dindir. Bu dîne yakışan da ancak cömertlik ve güzel ahlâktır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe bu iki hasletle ikrâm ediniz.” (Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)


EN MÜKEMMEL MÜ’MİN…

İnsanlık tarihi, peygamberlerin eşsiz güzellikteki nice ahlâkî davranış tezâhürleriyle doludur. Bunun en güzel misallerinden birisi şüphesiz Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’dır. O, âyet-i kerîmede buyurulduğu üzere kendisine açık bir şekilde zulmetmiş olan kardeşlerine;

“Bugün size başa kakma ve ayıplama yoktur, Allah sizi affetsin! O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) diyerek, affedebilmenin kâbına varılmaz bir misâlini sergilemiştir.

Bu itibarla Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Mü’minlerin îman cihetinden en mükemmeli, ahlâken en güzel olanıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 250) şeklindeki beyanlarıyla, ahlâkın, îmânın meyvesi ve kemâlinin alâmeti olduğuna işaret buyurmuşlardır. Allah dostları da, işte bu Muhammedî ahlâk ile ahlâklanan mâneviyat rehberleridir.

Ebû Muhammed Cerîrî;

“Tasavvuf, güzel ahlâkı benimsemek ve kötü ahlâktan sıyrılmaktır.” derken yine bu hakikate işaret etmiştir.

Dolayısıyla güzel bir kul olmak isteyen herkes, öncelikle nefsini dâimâ hesaba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir sûrette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü huyların tersi ve mukabili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûp biriyse, tevâzû ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasetle mâlûl biriyse, mü’min kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgul olmalıdır.

Mü’minin mü’min için bir ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler göreceğini düşünmeli ve nefsini mü’minlerin güzel yönleriyle meşgul etmelidir.

İÇ DÜNYAMIZDA İKİ ZIT KUTUP…

İnsanın iç yapısında biri hayrı ve takvâyı, diğeri şerri ve isyanı emreden iki zıt kutup vardır. Herkes, bir ömür bu iki zıt kutbun çatışmalarıyla hâl ve gidişâtına istikamet vermektedir. Takvâ galip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine fücûr galip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“(Allah,) ona (yani insana) fücûru da takvâyı da ilham etmiştir.” (eş-Şems, 8)

Fücûr, insanı Allah’tan uzaklaştıran her şeydir.

Takvâ da, kulu Allâh’a yaklaştıran amel-i sâlih ve her türlü güzel davranışlardır.

Kul, bu iki özellikten hangisine göre yaşarsa, değer ve kıymeti o yönde olur.

Nitekim Hazret-i Ömer’e, geceleri kāim (ibâdet hâlinde) gündüzleri sâim (oruçlu) bir şahıstan bahsedip hayli övdüklerinde o, söylenenlere aldırmayıp şöyle dedi:

“–Siz bana bahsettiğiniz kişinin;

a. Ticareti,

b. Komşuluğu,

c. Yol arkadaşlığı nasıl, onu söyleyin!”

Hazret-i Ömer’in dikkat çektiği bu üç husus, insan nefsinin darlandığı anda azgın bir canavar gibi şahlandığı üç aynadır. Nasıl ki sâkin görünen bir kedi dar bir köşeye sıkıştırıldığında içindeki bütün hırçınlığı ortaya dökerse; insan da; ticaret, komşuluk ve arkadaşlıkta dar anlarda iç yapısı neyse onu ortaya koyar. Denilebilir ki, insan ömrü bilhassa bu üç hususla imtihan ile geçmektedir.

Dünya imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan «nefs», umûmiyetle insanın maruz kılındığı menfî temâyülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mahiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden mânevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır.

Aksi hâlde insanın nefsi, bir kötülükler fabrikası gibi gece-gündüz şeytana çalışır. Hazret-i Mevlânâ bu gerçeği şöyle anlatır:

“Allâh’ın lutfu, ihsanı; Nil Nehri gibi akıp gidiyor. Fakat biz, Firavun ahlâklı olursak, o nehir bize kan kesilir.”

“Görmüyor musun? Senin yumuşak huylu temiz dostun, menfaatine dokununca, onunla zıt olunca yılan gibi olur.”

Şeyh Sâdî Hazretleri de şöyle söyler:

“Her gözü, kulağı, ağzı olan insan değildir! Gerçek insan; ahlâkı güzel olan kişidir!”

KATIR İLE DEVE…

Hazret-i Mevlânâ, güzel ahlâklı olan kişi ile ahlâksız olan kişilerin hayatlarını katır ve devenin hâline benzeterek şöyle anlatır:

Katır deveye;

“–Ey güzel yoldaş, dedi: Yokuş olsun, iniş olsun, sen, en dar yolda bile güzelce gidiyorsun; hiç düşüp kapaklanmıyorsun. Ben ise, yolunu şaşırmış kimseler gibi tepetaklak oluyorum. Yol ister kuru olsun, ister çamurlu olsun, ben her zaman yüzükoyun düşüyorum. Bunun sebebinin ne olduğunu anlat da, ben de nasıl yaşamam gerektiğini öğrenmiş olayım.”

Deve şu cevabı verdi:

“–Benim gözüm senin gözünden daha parlaktır. Bundan başka bir de ben, yüksek yerden bakmadayım. Yüksek bir dağa çıkınca, oradan patikanın sonunu rahatça görürüm. Cenâb-ı Hak, gözüme bütün yolların iniş ve çıkışını gösterir.

Ben her adımı görerek atarım. Onun için sürçmekten, düşmekten kurtulurum.

Sen ise, üç adımdan ötesini göremezsin. Dâneyi görürsün de, tuzağı göremezsin. Bir yere konmakta, oturmakta, inmekte, yürümekte; âmâ bir adamla gören bir adam bir olur mu?”

HER ŞEY AHLÂKIMIZIN YANSIMASIDIR…

Gerek bu dünyada karşımıza çıkan gerekse âhirette karşımıza çıkacak olan neticeler, hep bizim ahlâkımızın semerelerinden ibarettir. Cehennemdeki alevler insanların kötü sıfatları ile tutuşur; cennetteki bağlar, ağaçlar da yine insanların güzel sıfat ve ahlâkı ile yeşerir.

Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Kim hürmet ederse hürmet görür, şeker getiren de badem helvası yer. ”

Seyyid Nizam Hazretleri de ne güzel söyler:

Ahlâk-ı zemîmendir tâmûda sana ateş,

Bir zerre kadar anda, bir âteş-i sûzan yok.

“Kötü huyların cehennemde sana ateş olacaktır. Yoksa cehennemde bir zerre bile ateş yoktur.”

EDEP TÂCI…

Edep, ahlâkın zirve noktasıdır. Bu, ham insanı ihsan duygusu ile kâmil insan hâline yükselterek Allâh’a karşı edep sahibi kılmaktır ki, edebin en yücesidir. İkinci edep, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşıdır. Cenâb-ı Hak, Hucûrât Sûresi ve sâir sûrelerde mü’minlere Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı edebi muhafaza etmelerini hâssaten emreder.

Bu edepleniş; üstâda, ana-babaya, mü’minlere ve böyle silsile hâlinde bütün mahlûkāta uzanır.

Süfyân-ı Sevrî –kuddise sirruh– buyurur:

“Güzel edep, Allah Teâlâ’nın gazabını söndürür.”

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- buyurur:

“Bütün edeplerin başı, hem rahatlıkta hem de darlıkta Allah Teâlâ’nın emirlerine riâyet etmek ve yasaklarından da kaçınmaktır.”

Yine buyurulmuştur ki:

Üç haslet vardır ki, bunlara sahip olan mahrum kalmaz:

1. Güzel edep sahibi olmak,

2. Edep ehliyle oturmak,

3. Başkalarını incitmemek endişesi içinde olmak.

Edebin husûsiyetini şair ne güzel ifade eder:

Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan

Giy ol tacı emîn ol her belâdan!..

Yûnus Emre Hazretleri de bu hakikati şöyle dile getirir:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb,

Her hüner makbûl imiş; illâ edeb, illâ edeb…

Bu nükte sebebiyledir ki «ehlullah»tan bazıları, tasavvufu «edepten ibarettir» şeklinde tarif etmişlerdir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Aklım, kalbime;

«-Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek;

«-Îman edepten ibarettir.» dedi.”

EVLİYÂ EDEBİ…

Hâtem-i Esamm Hazretleri’nden şu misal çok ibretlidir:

Zayıf, dertli, perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın, derdini yana yakıla anlatırken, o heyecan içinde çok çirkin bir ses duyuldu. Kadın mum gibi eridi, ezildi, bitti, mahvoldu. Öldürücü bir sükût… Şeyh, bir heykelden daha hissiz muazzam bir vakarla kadına baktı;

“–Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!” dedi.

Suçunun gizli kaldığını zanneden zayıf, dertli ve perişan kadın, bir anda hayata avdet etti. Hiçbir milletin muâşeret edebinde misli görülmemiş derecede bu hârikalar hârikası incelik ona «esamm» (sağır) lâkabını taktırdı.

İşte gerçek İslâm zarâfet ve edebi…

Bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, edep gözetip o kadın vefât edinceye kadar halk arasında sağır olarak göründü. Ancak kadının vefâtından sonra etrafındakilere;

“–Artık kulaklarım duyuyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi.

Hidâyet VESİLESİ…

İslâm’ın güzel ahlâk ve edebi, yüzyıllardır nice hidâyet güneşlerinin doğmasına vesile olmuştur. Meselâ İslâm ahlâkı çerçevesinde helâlinden kazanmaya dikkat edip, ona haram karıştırmamanın ehemmiyet ve bereketini; merhum pederim, evvelce de naklettiğimiz şu hâdise ile anlatırdı:

“Gayr-i müslim bir komşumuz vardı. Sonradan müslüman olmuştu. Bir gün kendisine hidâyete eriş sebebini sorduğumda şunları söyledi:

«–Acıbadem’de tarla komşum Rebî Molla’nın ticaretteki güzel ahlâkı vesilesiyle müslüman oldum. Molla Rebî, süt satarak geçimini temin eden bir zâttı. Bir akşam vakti bize geldi ve;

“–Buyurun, bu süt sizin!” dedi.

Şaşırdım;

“–Nasıl olur? Ben sizden süt istemedim ki!” dedim.

O hassas ve zarif insan;

“–Ben farkında olmadan hayvanlarımdan birinin sizin tarlanıza girip otladığını gördüm. Onun için bu süt sizindir. Ayrıca o hayvanın tahavvülât devresi (yediği otların vücudundan tamamen izâlesi) bitinceye kadar sütünü size getireceğim…” dedi.

Ben;

“–Lâfı mı olur komşu? Yediği ot değil mi? Helâl olsun!..” dediysem de Molla Rebî;

“–Yok yok, öyle olmaz! Onun sütü sizin hakkınız!..” deyip hayvanın tahavvülât devresi bitene kadar sütünü bize getirdi.

İşte o mübârek insanın bu davranışı beni ziyadesiyle etkiledi. Neticede gözümdeki gaflet perdelerini kaldırdı ve hidâyet güneşi içime doğdu. Kendi kendime;

“–Böyle yüce ahlâklı bir insanın dîni, muhakkak ki en yüce bir dindir. Böylesine zarif, hak-şinas, mükemmel ve tertemiz insanlar yetiştiren dînin doğruluğundan şüphe edilemez!” dedim ve kelime-i şahâdet getirip müslüman oldum.»”

Bu şahıs, Rebî Molla’nın diğer güzel hâllerine de hayrandı.

Derdi ki:

“Biz geceleri gezmelerden gelirdik. Bakardık ki Rebî Molla’nın ışığı yanmakta ve o sâlih zât ibâdet hâlinde. Ayrıca o, elde ettiği sütü üçe bölerdi. Bunun bir payını düzenli olarak fakirlere infak ederdi.”

Bu hâdiseyi aktaran muhterem babam Musa Efendi -kuddise sirruh-, bize Rebî Molla’dan sıkça bahsederdi. Onun güzel ahlâkının oluşturduğu mânevî heybeti anlatırdı. Ulemâ meclislerinde Molla Rebî’nin gördüğü hürmet ve alâkaya dikkat çekerdi.

Şunları söylerdi:

“–Elmalılı Hamdi Efendi’nin iştirak ettiği ve mutad bir şekilde yapılan ulemâ toplantıları olurdu. Hamdi Efendi başta oturur, diğer değerli hocaefendiler de etrafında halka kurarlardı. Böylece saatlerce ilmî sohbetler yapılırdı.

Hamdi Efendi, gelenlerin selâmını oturduğu yerden alır, dersine devam ederdi. Ancak bir kişi hâriçti ki, o da Rebî Molla idi. Hocaefendi, Rebî Molla gelince, derhâl ayağa kalkar ve o sâlih zâta ziyadesiyle ihtiram gösterirdi. Şüphe yok ki bu davranış, sâlih kullardaki güzel ahlâkın onlara verdiği mânevî heybetin bir tesiriydi. Kısacası Rebî Molla ile Elmalılı Hamdi Hocaefendi’nin hâlleri, Cenâb-ı Hakk’ın sâlihlere verdiği mehâbet (mânevî vakar) ile gerçek ulemânın onlara karşı olan edebinin en güzel tecellîsiydi.”

TERAZİDE EN AĞIR OLAN…

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her vesileyle mü’minleri güzel ahlâka davet ile buyurur:

“Kıyâmet günü, mü’min kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62)

Hiç şüphesiz kıyâmet terazisine dolu gidebilmek için de en güzel ahlâk ve edep timsâli olan Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî hayatından ve ahlâk-ı hamîdesinden nasiplenmemiz zarûrîdir.

Bu da ancak O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir.

O’nun rûhâniyetine bürünmenin en güzel tecellîsi de, hiç şüphesiz ki ömrün her ânını O’nun mübârek izinde Ramazan-ı Şerif rûhu ile yaşamaktan geçer.

ESKİ RAMAZANLARDAN BİR ESİNTİ

Molla Câmî Hazretleri’ne ait güzel bir beyit vardır:

كعبه بنياد خليل آزرست

دل نظرگاه جليل اكبرست

“Kâbe, Âzeroğlu Halil İbrahim tarafından yapılmıştır. Gönül ise, yüce ve büyük olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Bu bakımdan bir gönül almalı ki, hacc-ı ekber olsun!

İşte eski Ramazanlar bu rûhâniyet ile yaşanırdı.

Rahmetli babam Musa Efendi, Ramazân-ı Şerîf’e çok itina gösterirdi. Evimiz huzur ve neşe ile dolardı. İftarların mânevî lezzetine doyum olmazdı.

Bir gün çöpçüler davet edilirdi. Kendilerine itibar edilerek izzet ve ikramda bulunulurdu. Sonra da çıkarken eskilerin diş kirası tabir ettikleri kabilden ihtiyaçlarına göre hediye paketleri hazırlanırdı.

Diğer bir gün faytoncular / arabacılar davet edilirdi.

Bir gün hocaefendiler, bir başka gün komşular diğer bir gün de akrabalar buyur edilirdi.

Herkese, teşriflerine teşekkür olarak seviyelerine göre hediyeler ikrâm edilirdi.

Bütün bu gayretlerdeki niyetler, bir mü’min gönlüne girebilmek, bir gönül sarayı inşa etmek, fukarâ ve gurebâdan ulemâya kadar herkesin duâsı ile âbâd olabilmek arzusu idi.

Bu itibarla iftar davetlerinde özellikle fakir-fukarânın unutulmamasına ihtimam gösterilirdi. Şimdiki gibi lüks lokantalarda ve sadece muayyen bir grubu davet etmek gibi yanlış davranışlar yoktu.

Gönüller, fakir-zengin herkesi kucaklardı.

Hattâ fakir ve gurebâya ezilmesinler diye daha fazla alâka gösterilirdi. Öyle ki muhtaç, gün görmüş zevâtın mihnet altında kalmamaları için nezâkete dikkat edilirdi, zekât ve sadaka zarflarının üzerine itina ile;

“Muhterem ………. Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” ifadesini yazmak, ihmal edilmez bir infak âdâbıydı.

Çünkü zekât ve sadakalar;

“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe 104) âyet-i kerîmesi muktezasınca Allâh’a verilirdi.

Bu meyanda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Hiç şüphesiz ki sadaka, muhtaç onu almadan önce Allâh’ın (kudret) eline geçer. (Yani muhtaca verilen sadakaları önce Allah alır, sonra fukarâya devreder.)” (Münâvî, Künûzü’l-Hakâyık, s. 34) hadîsinin düsturu ile hareket edilirdi.

Hastalara kapalı kaplarda yemekler gönderilirdi. İnsanların yanısıra hayvanâta da ikrâm etmek ihmal edilmezdi. Ciğerler alınır, ikrâm edilirdi.

Hâsılı, eski Ramazanlarda ârif gönüller, Hâlik’ın nazarıyla mahlûkāta bakışın bütün güzelliklerini nebevî bir ahlâk ile sergilemeye gayret eder ve insandan hayvanâta kadar bütün gönülleri ihyâ etme seferberliği içinde yaşarlardı.

Bu güzel ahlâk, her vesileyle hayatımızın her safhasında tecellî etmelidir.

Ancak en çok da rahmet ve merhamet ayı olan Ramazân-ı Şerif’te malî, bedenî ve kalbî ibâdetlerimizde ve davranışlarımızda güzel ahlâkımızı aksettirmeliyiz:

-Bol bol infâk etmek,

-Kur’ân okumak,

-Hastaları ve garipleri sevindirmek,

-Allâh’ın ve Peygamber’in ahlâkına daha ziyade bürünmek;

gibi ulvî düsturlarla yaşayarak Ramazân-ı Şerîf’i idrâk etmeliyiz. Öyle ki bu idrâki, bütün ömrümüze yansıtmalıyız ve baştan sona bu hayatı Ramazan günlerinin bereket ve rahmetiyle yaşamak sûretiyle son nefesimizde sonsuz müjdelerle asıl ve büyük bayrama mazhar olabilme lutfuna hazırlanmalıyız.

Allâh’ım! Bizleri bu lutfa nâil eyle! Ömrümüzü bir Ramazan, son nefesimizi de bayram sabahı olarak yaşat!

Allâh’ım! Gönüllerimizi Peygamber Efendimiz’in güzel ahlâkı ve edebi ile ziynetlendir. Dünyada ve âhirette yüzümüzü ağartacak ahlâkî davranış ve güzel amellere muvaffak eyle!

Âmîn!..

Osman Nuri Topbaş
Kaynak: www.osmannuritopbas.com

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam962
Toplam Ziyaret4707253
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI