• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/insanveislam.org/
  • https://twitter.com/insanuislam











Bedir Savaşındaki İbret ve Öğütler

BEDİR SAVAŞINDAKİ İBRET VE ÖĞÜTLER

Allah’a Verilen Söze Sadık Kalmak:

الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ [173]

Al-i İmran-173-Onlar kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar toplandılar artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter O ne güzel vekildir" diyenlerdir.

 

فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنَ اللهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللهِ وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ [174]

174- Bundan dolayı kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah'tan bir nimetle geri döndüler. Onlar Allah'ın rızasına uydular. Allah büyük fazl (ve ihsan) sahibidir.

 

Büyük Bedir Gazvesi, dinî sorumluluklarını yerine getirmede samimî ve inandıkları prensiplere sımsıkı bağlı olan Müminlere; Yüce Allah'ın yardım ve desteğini gösteren büyük mucizeleri olduğu kadar, kıymetli öğütleri ve dersleri de ihtiva etmektedir.

Bedir Gazvesinin ilk sebebi bize gösteriyor ki, Müslümanlar Rasûlullah ile birlikte çıkmaya zorlayan asıl faktör, savaş değilEbûSüfyan başkanlığında, Şam'dan gelmek­te olan Kureyş kervanını ele geçirme arzusuydu.

Ancak Allah, kendi kulları için bir müslümanın tüm hayatında hedef edinmesi ge­reken gayeye en çok uygun düşen daha şerefli bir hareketi murad etmişti. Bunun için de, ardına düştükleri kervanı kendilerinden uzak­laştırıp, onun yerine bir orduyu karşılarına çı­kardı.

وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللهُ إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ

«Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va'dediyordu. Siz ise, kuvvetli ve silâhı bulun­mayanın, kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle Hakk'ı açığa vurmayı, kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu.[1]

 

Bunda, iki hususa işaret vardır:

Birinci Husus: Müslümanların kendileriyle savaşanların mallarını ganimet olarak almaları haklarıdır.

Dolayısıyla Mekke'deki evlerinden, barkların­dan dışarı atılmış olan Muhacirler, Kureyş'in kervanını yakalama ve ona el koyma arzusunda, haklıydılar. Bunun sebebi ise şudur: Müslümanların Mekke'de bıraktığı, onların hemen ardından da müş­riklerin yağmaladıkları mallara karşılık bir misillemedir bu.

İkinsi Husus:Bu maksadın meşru oluşuna rağmen yine de Yüce Allah, müminler için bundan daha üstün bir gayeyi ve kendilerine da­ha layık olan bir vazifeyi murad etmişti. Bu vazife, Allah'ın dinine davet bu uğurda cihat, i'lâ-i kelimetullah uğrunda malı ve canı feda etmek­tir.

 

İslam’da Şura’ya Verilen Önem

Kureyş kervanının, Müslümanlardan uzaklaşmasından son­ra, karşılarına baştan aşağı silahlanmış büyük bir ordunun çıkması üzerine, Rasûlullah'ın, bu durumu, ashabıyla müşavere etmek için nasıl bir oturum düzenlediğini düşündüğümüz vakit, iki husus öğreniyoruz.

Birinci husus: Rasûlullah'ın ashâbıyla müşavereyi kendisine prensip edinmesidir. O'nun hayatının hangi dönemine bakarsak ba­kalım; siyasetti şer'iyye ve tedbirle alâkalı; aynı zamanda hakkında Kur'an'dan bir nass bulunmayan her işte, bu prensibe sarıldığını görüyoruz.

Fukahânın üzerinde ittifak ettiği görüşe göre, şû­ra meşrudur. Fakat şart değildir. Yâni müslüman bir hâkimin (ko­mutanın) kanaatinde ve fikrinde şûradan yararlanması uygun olur. Fakat kendi görüşüne şûra üyeleri karşı çıksalar bile, ekseriyetin görüşünü alması, üzerine vâcib değildir.

Gerektiğinde Cihattan Kaçınmak

İkinci husus: İslâm Devlet başkanı; düşmanlarla savaşmamayı Müslümanlar için daha hayırlı görüp; görüşünün doğruluğunu müzakere ve mü­şavere ile tesbit ederse; cihad için uygun şartlar gelinceye kadar düşmanla barış imzalaması üzerine vazife olur. Yalnız bu barışın şer'i nasslardan biriyle tezat teşkil etmemesi gerekir. Devlet başka­nı, uygun zamanı gözetir. Bu yönde maslahat ve fayda görürse hal­kını savaşa ve savunmaya teşvik etmesi yine ona vazife olur.

 

Özellikle Ensar’ın Görüşünün Alınması

Soru:Savaş kararı verilirken niçin Rasûlullah, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Mikdâd'ın cevabını yeterli bulmayıp devamlı Ensâr'ın yüzüne bakıyordu? Nihayet Sa'd bin Muâz konuşunca, Rasûlullah'ın gönlü rahatladı ve huzura kavuştu?..

Cevab: Gerçekten Rasûlullah bu konuda özellikle Ensâr'ın fikrini öğrenmek istiyordu. Rasulullah onların Akabe beyatında kendisine verdikleri sözü tutup tutmayacaklarını merak ediyordu.O anlaşma, uyulması gereken özel bir anlaşmaydı. Böyle olunca da, bu anlaşmada kararlaştırıldığı gibi Medine'nin sınırları dışında, onları kendisiyle birlikte savaşmaya ve kendisini savunmaya zorlama hakkı yoktu.

Sa'd b. Muaz'ın verdiği cevab iyice düşünülünce, görülecek ki; Ensâr'ın Hicret'ten önce, Mekke'de Rasûlullah ile yaptıkları Akabe sözleş­mesi, Allah ile yapılan sözleşmeden başkası değildir.

Rasulullah’a Kendi Görüşünde İtiraz Edilmesi:

Rasûlullah'ın tasarruflarının kısımları Rasûlullah, konakladığı yerin durumu hakkında, Hübâb bin Münzir'le arasında geçen konuşma bize gösteriyor ki,  Hz. Peygamber'in tasarruf­larının hepsi teşri nev'inden değildir. Aksine Rasûlullah da birçok zamanlarda herkesin düşündüğü gibi düşünen, akıl yürüten bir be­şer olması hasebiyle, birtakım tasarruflarda bulunur. Şübhesiz ki, biz bu gibi tasarruflarında ona uymakla yükümlü değiliz.

 

Savaşta Bilgi Toplama ve Casusluk

Devlet başkanı ve komutanın savaşta ve diğer durumlarda gözcüler ve ileri karakollardan yararlanması, Müslümanların da düş­manlarının stratejisini ve durumunu keşfetmek, sayı, teçhizat ve mühimmatı ortaya çıkarmak için, düşmanların arasına casuslar sal­ması caizdir.

Siyret kitaplarında şöyle bir rivayet bulunmaktadır:

Rasûlullah Efendimiz, Bedir yakınında konakladıkları vakit, as­habından bir adamla birlikte etrafı dolaşırken, ihtiyar bir Arapla karşılaştı. Peygamberimiz ona, Muhammed Ashabı ve Kureyş hak­kında bildiklerini sordu. İhtiyar Arap da: «Kimlerden olduğunuzu bana bildirmediğiniz sürece, size hiçbir bilgi veremem» dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah: «Sen bize soracaklarımız hakkında bil­gi ver. Biz de sana kim olduğumuzu bildirelim» buyurdu.

İhtiyar da: Şu şöyle, bu böyle mi?» deyince, Peygamberimiz: «Evet» diye buyurdu. Böylece ihtiyar bildiği kadar müşriklerin durumunu, duy­duğu kadar da Hz. Peygamber'in ve ashabının durumunu haber verdi. Nihayet sözünü bitirince: «Peki, ya siz kimlerdensiniz?» diye sordu. Resûl-i Ekrem de: «Biz «Su»danız» deyip adamdan uzaklaşır­ken, ihtiyar: «Hangi sudan, Irak suyundan mı?» diye konuşuyordu.

 

Başarıda Dua’nın Önemi:

Soru: Rasûlullah müşriklerden bazılarının vurulup düşecekleri yerleri eliyle gösterecek kadar zaferden emin olduğu halde, bu kadar yalvarış ve yakarışlarane gerek vardır?

Cevab: Hz. Peygamber'in zafere olan imanı ve itmi'nanı, ancak Allah'ın, Resulüne yaptığı va'dini tasdik mahiyetinde olmuştu. Al­lah'ın kendi va'dinden dönmeyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü bu savaştaki zafer müjdesi kendisine vahyedilmişti.

Duâ ve yalvarıştaki istiğrakla, elin semaya açılmasına gelince; işte o kulluk vazifesidir ki, insan o vazife için yaratılmıştır. Bu da, her durumda zaferin bedelidir.

Zafer - sebepler ve vasıtalar ne kadar bol olursa olsun - ancak Allah katındandır. Halbuki Allah bizden istek ve arzumuzla kul olmamızdan başka birşey is­temiyor.

Şu dünya hayatında insanı tehdit eden, başına üşüşen çeşitli meşakkatler ve çeşitli musibetler, insanın Allah'a yönelmesi, zayıf­lığını ve kulluğunu hatırlatan düşünceyle onun önünde itiraf etme­si her türlü belâ ve fitnelerden O'na sığınmasını gerektirir.

Rasûlullah'ın, zafer vermesi için Rabbine yalvarmasında, içten yakarışında ve uzunca duasında eşsiz örneğini gördüğümüz bu kulluğun karşılığı, bu savaştaki ilâhî desteğin hak edil­mesidir.

Şu âyet-i kerime bunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor;

إِذْ تَسْتَغِيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ أَنِّي مُمِدُّكُمْ بِأَلْفٍ مِنَ الْمَلاَئِكَةِ مُرْدِفِينَ

«Hani Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz da; O, «Ben size bir­biri peşinden bin tane melekle yardım ederim» diye cevab ver­mişti.»[2]

 

Allah’ın Melekleri Yardıma Göndermesi:

Bedir Savaşı, sadık mü'minleri destekleyen ve onlara yardım eden mucizelerin en büyüğünü ihtiva etmektedir. Yüce Allah o savaşta, melekleri savaşmak üzere, Müslümanların yardımına gönderdi.

Meleklerin, Müslümanlarla beraber savaşmak için inmeleri, on­ların kalplerini mücerret tatminden ve Allah'tan fazlaca yardım is­temelerine karşı,  moral vermekten ibarettir.   Onların,   Allah yolunda ilk savaş tecrübeleri olmasıyla birlikte, kendilerinden sayı ve malzemece üç kat üstünlükleri bulunan insanların karşısına di­kilmeleri bu durumu gerektirmişti. Yoksa zafer Allah katındandır. Meleklerin, bunda doğrudan herhangi bir etkisi yoktur.

 

Bu hakikati belirtmek için, Yüce Allah, meleklerin iniş sebebini açıklayarak şöy­le buyurmuştur:

وَمَا جَعَلَهُ اللهُ إِلاَّ بُشْرَى وَلِتَطْمَئِنَّ بِهِ قُلُوبُكُمْ وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِنْدِ اللهِ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

“Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kalplerinizi yatışması için yapmıştı. Zafer ancak, Allah katındandır. Doğ­rusu Allah güçlüdür, hakîmdir.”

 

Ölülerin Kabir Hayatı:

Rasûlullah'ın kuyunun ağzında durup, müşriklerin cesetlerine seslenmesinde, canları çıktığı halde onlarla konuşmasında; bu esnada da Hz. Ömer'e verdiği cevapta, ölü için hakikatini ve keyfiyetini anlayamadığımız özel ruhi bir hayatın varlığına, ölü­lerin ruhlarının kendi cesetleri etrafında devamlı döndüğüne açık işaret ve delil vardır.

Kabir azabının ve nimetinin mânâsı da bu­radan anlaşılabilir. Şu kadar var ki; bunların hepsi, şu bizim dünye­vi idrâklerimiz ve akıllarımızla tesbit edilemeyen ölçülere göre ya­ratılmıştır. Çünkü bu husus, bizim akli ve maddi tecrübelerimiz ve müşahedelerimiz ötesinde, «Melekût Alemi» diye isimlendirilen şey­lerdendir. Bunlara inanma yolu ise, bize haberi sağlam ve kesin yolla ulaştıktan sonra onlara teslim olmaktır.

 

Esirler Meselesi:

Rasûlullah'ın esirler hakkındaki müşaveresi sonunda da fidye ödemeleri şartıyla serbest bırakılmalarına karar vermesi, da­ha sonra bu hükmü vermelerinden dolayı Rasûlullah'ı ve ashabını kınayan âyetlerin inmesi meselelerinde çok önemli hikmetler vardır :

Esirler ve Peygamberimizin içtihadı: Bu olay bize gösteri­yor ki, Rasulullah’ın içtihat etme hakkı vardır. Rasûlullah'ın içtihat etmesi sahih olunca, buna binâen içtihadında isabet veya hatâ etmesi de sahih olur. Şu kadar var ki, hatâ sürekli devam etmez. Bilâkis, onun içtihatlarını tashih eden, Kur'an'dan bir âyetin inmesi gerekir. Bu hususta herhangi bir âyet inmemiş ise, bu durum Rasûlullah'ın içtihadının Allah'ın ilmindeki gerçek üzere olduğuna delil teş­kil eder.

 

Ganimetler İle İmtihan Edilme:

Bedir savaşı, Müslümanların sayıca az ve güçsüz oldukları bir dönemde, Allah yolunda savaşmak ve fedakârlık etme yönünden ilk denenmeleri oldu. Ayrıca, savaşın ardından da, fakr ve ihtiyaç içinde bulundukları bir halde; karşılarına ganimet ve mal çıkarıl­mak suretiyle denenmişlerdi.

Bu savaşın peşinden, bu tec­rübenin eseri, iki olay da kendini göstermişti.

Birinci olay şudur: Müşrikler, yenilgiye uğrayıp, arkalarında çeşitli malları bırakıp ka­çınca; bazı Müslümanlar ganimet almakta yarışa girdiler. Ve öbürleriyle ganimetin kimin hakkı olduğunda ihtilâfa düştüler. Nere­deyse bunun üzerine kavga ediyorlardı. Savaşçılar arasında gani­metin dağıtılması hükmü henüz gelmemişti. Rasûlullah'a bu duru­mu soruyorlar ve bu konuda anlaşmazlıklarını Rasûlullah'a kadar götürüyorlardı. İşte o zaman şu âyet-i kerimeler indi:

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنْفَالِ قُلِ الأَنْفَالُ لِلَّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُوا اللهَ وَأَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْ وَأَطِيعُوا اللهَ وَرَسُولَهُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

Enfal 1-2; Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki, «Ganimetler, Allah'a ve Peygamberine aittir. İnanıyorsanız, Allah'tan sakının. Aranızı düzeltin. Allah'a ve Peygamberine itaat edin.

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

İnananlar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalpleri titrer, O’nun âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rablerine güvenirler»[3]

Bu iki âyette, onların sorularının ceva­bını bulunmamaktadır. Bilâkis bu âyetler, onları konudan uzaklaştırıyorlar. Çünkü ganimetler onlardan birine âit değildir. Aksine o, Allah'a ve Resulüne aittir. Ama onlara yaraşan şey aralarındaki vuku bulan bu anlaşmazlığı düzeltmek, emrettiği hususta Allah'a itaat, yasaklarından da sakınmaktır.

Mal ve dünya konusuna gelince; her ikisinde de Allah'a güvenme­lidirler. Müslümanlar, şu iki âyetin işaretine yönelip, kavgaya düş­tükleri konudan dikkatlerini uzaklaştırınca, hemen ardından ihtilâ­fa düştükleri ganimetlerin savaşçılar arasında nasıl taksim edileceği mes'elesini açıklığa kavuşturan yeni bazı âyetler geldi. Görüldüğü gibi bu durum, üstün terbiye metodlarının en çarpıcısıdır.

İkinci olay da şudur: Rasûlullah esirler konusunu ashâbıyla görüşürken, ashabın gönülleri, esirlerin fidye ödemelerine daha yatkındı. Bu konudaki mülâhaza ise; onlara karşı şefkat ve merhametle muamele sonucunda hidâyetlerinin te'min umuduydu. Aynı zamanda Muhacirlerin Mekke'de bıraktıkları mallara karşılık bu fidye ile dünya işlerini birazcık olsun düzeltmiş, bir nevi tazmi­nat almış olacaklardı.

Rasûlullah'ın gönlünün de yattığı bu durum, onun kendi arkadaşlarına karşı ne kadar şefkatli olduğunu göste­rir. Bu şefkat ile Muhacirler Bedir gazvesine giderken, Rasûlullah onların durumunu görünce, elini onlar için duaya kaldırmıştı. Mu­hacirlerin üzerinde fakirlik ve yoksulluk belirtileri gözüküyordu. İşte o vakit Rasûlullah, Allah'a şöyle niyazda bulundu:

«Allah'ım! Onlar yayadır, sen onları binekli kıl. Çıplaktırlar, sen onları giydir. Açtırlar, sen onları doyur.»

Fakat ilâhî kader, şartlar ve durum nasıl olursa olsun, yalnız­ca dini düşünce esasına dayanan yüce dâvadaki karar için, Müslümanların mala ve paraya bakışlarını bir ölçü yapmalarına izin vermedi. Çünkü onlar bu tür bir tecrübe ile ilk defa karşı karşıya geldiklerinden; bu görüş üzere bırakılmış olsalardı, bu görüş sürekli bir kaide haline gelirdi.

Böyle olunca da, dünyanın arkasından koşarak giden ve dünyanın zevkine ve tadına dalan kişilerin, artık ondan vazgeçmesi ve nefsini onun zevkinden alıkoyması çok zor olurdu...

Müslim, Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakle­der:

Bedir esirlerinin kurtuluş fidyesi ödemeleri kararlaştırıldıktan sonra, Rasûlullah'ın huzuruna girdim. Bir de ne göreyim; Rasûlul­lah, Ebû Bekir'le birlikte oturmuş ağlıyorlar. «Yâ Rasûlallâh, seni ve arkadaşını ağlatan hâl nedir, bana haber ver de, ağla­nacak bir durum bulursam, ben de ağlarım. Ağlanacak bir durum bulamazsam, ikinizin ağlamasına katılırım» dedim.

Rasûlullah: «Senin arkadaşların esirlerden fidye alınmasını bana tavsi­ye ettiklerinden ötürü, uğrayacağınız azabın, şu ağaç (Rasûlullah'ın yanı başında bulunan bir ağaç) tan daha yakın olduğu bana göste­rildi.» dedi.

 

Hazırlayan: Mehmet ERGÜN / Vaiz



[1]Enfal, 8/7.

[2]Enfal, 9.

[3]Enfal, 1-2.

Üye Girişi
Aktif Ziyaretçi12
Bugün Toplam1055
Toplam Ziyaret4707346
MAKALELER
EĞİTİM SUNUMLARI